28 Ocak 2012 Cumartesi

Kendinden Elde Ettiğin


İki tür yazar vardır. Birinci tür yazarlar harflerden sözcükler,  sözcüklerden cümleler dizerler. Sonra bunları sayfalara yazarak, okunması için kitap haline getirirler. Bu şekilde, yazarak, kafalarındaki çıplak fikirlerine elbiseler biçip kamuoyunun beğenisine sunarlar. İnsanlar onların kitaplarını birkaç kuruşa satın alıp okuyarak fikirlerine sahip olurlar. Bilindik yazarlardır bunlar.
İkinci tür yazarlar da harfleri kullanırlar. Yalnız bunlar oluşturdukları cümlelerle, dinleyenlerin gönüllerine sevginin bin bir halini yazarlar. Bunlar “gönül yazarları” dırlar. Yaptıkları işe de nakşetme derler. Büyük bir itina ile yavaş yavaş insanların gönüllerine sevgi desenini nakşederler. Nakşedilen bu desen sayesinde, gönüllerin içinde tamamıyla kendilerine ait fikir filizleri oluşur. Bu yazarlar fikir empoze etmezler. Onlar, nakşettikleri sevgi desenini seyrettirerek muhataplarına, kendilerine ait fikirler ürettirirler. Bunların yazdıkları, sanılanın aksine daha kalıcı ve dinamiktir; çünkü kişilere yaşattıkları sevgiyle, fikir ve duygu üretimi yaptırmaktadırlar. İnsanlar kendileri ürettikleri için fikirlerine sahip çıkarak onları kalıcı kılarlar. Gönül yazarları, yazdıkları yazılara tepkileri hemen aldıklarından yanlış anlaşılmalara mahal vermeden, yazılarını o anda tashih veya şerh ederler. Onların imla kuralları; jestleri ve mimikleridir.
Sonra nakşettikleri bu gönüllerin sahipleri nas’a(halka) karışırlar. Böylece dışarıdaki insanlar onların okuyucusu olurlar. Gönüllerine yazılan sevginin okuyucusu olurlar. Gönüllerindeki sevgiyi okuyanlarla paylaştıkça başkalarının da içlerinde yeni fikir filizleri oluşmasına sebep olurlar. Üretilen bu fikirler, sevgi kaynaklı ve kendilerine ait olduğu için onların sahibine has bir kokuları olur. Evet, koku. Mis gibi kokarlar. Gönülleri sevgiyle dolu oldukları için fikirleri pislenmez. Pislenmediklerinden dolayı bebekler gibi saf kalırlar ve onlar gibi mis kokarlar. Nasıl ki bir kitabın kendine has mürekkep ve kâğıt kokusu varsa bu insanların da gönüllerinden çıkan, etrafındakileri mest eden hoş kokuları vardır. Bütün gün dolaşarak sevgilerini paylaşırlar bu gönül kitapları. Belki bir kasabın dükkânına veya zerzevat pazarına uğrar orada onu koklayanlar tarafından okunurlar. Nasiplenenler, feyiz alanlar olur. İşte maharet kitaplara yazı yazmada değil “gönüllere yazma” dadır. Benim, olmayı istediğim yazar türü budur. Çevremizdekilere, en yakınlarımızdakilere bir şeyler anlatamıyorsak uzaktakilere ne anlatabiliriz ki? Anlatmaya çalışanlar yok mu? Var. Ancak, ben bunu beyhude bir caba olarak değerlendiriyorum.
Böyle bir yazar olabilmek için insanın her şeyden önce merkezden başlaması gerek. Hem de tam merkezden, yani kendimizden. Önce kendimize anlatmamız gerek içimizdekileri. Kendimizi ikna etmemiz gerek başkalarından önce.  Hani derler ya: “Bir insanın kendinden elde ettiği bir fikir tabi bir uzvu gibidir.“
Aslında her birimiz bir kitabız. Kâh biz yazarız bu kitaba kâh birilerinin yazmasına müsaade ederiz. Nasıl ki kılık kıyafetine özen göstermeyen kişiler, etraflarındakileri hafife aldığını ele verirse,  özenmeden,  titizlenmeden yazılan,  derin olmayan, yüzeyde kalmış bir yazı okura sarsıcı saygısızlığını gösteriyorsa, kendi kitaplarımıza(gönlümüze, karakterimize) yazdıklarımız da aynen öyle değerlendirilir. Kendimize kötü, boş, yüzeysel, anlamsız, tutarsız,  kafa karıştırıcı, silik yazdıklarımız da okuyucu tarafından reddedilecek, kabul görmeyecektir. Bazen lüzumsuz sözcüklerle düşünce sefaletimizi gizlemeye çalışırız ve sadelikteki basitliğin o erdemli duruşundan uzaklaşırız. Şatafatlı ve görkemli sözcüklerde kendimizi gizleriz. Bir mimarın titizliğiyle, özenerek yaratsak kendimizi herkes bizi okumaktan keyif alacaktır. Sohbetimiz gönülleri tutuşturacak, yazılarımız başkalarını yüreklendirecektir.
Her birimiz birer kitapsak tercihlerimizle onu yazıyoruz demektir. Bu aslında, sonucu biliyor olduğumuzu gösterir. Çünkü yazarlar sonucu bilirler. Onlar okurun aksine coşkularını o istedikleri sonuca götürecek sebepleri yaratırken yaşarlar. Okur, sayfaları hatmederek ilerlerken sonucu merak eder, yazar ise sebepleri.  İşte, kendi kitabımızın sonucunu biliyoruz derken bunu kast ediyorum. Tercihlerimizi kullanarak, bizi sonuca ulaştıracak sebepleri yaratmak için dünyaya geldik. Bir sürü senaryodan tercih ettiğimiz zamanı ve hayatı yaşıyoruz. Böylece bildiğimiz ama hatırlamadığımız sonuca ulaşıyoruz. Kendi senaryomuzda başrolü oynarken bir başkasının senaryosunda figüran olmamız, bu mucizevî mukadderatın bir cilvesi değil mi?
Tam anlamıyla dünya; deneyimler yani değişimler merkezidir. Tüm bu değişenler arasından değişmeyen gerçekliği bulmak asıl derdimiz olmalıdır. Başka dertler edinirsek büyük yanılgılar içine düşerek tuzağa yakalanırız. Bir yandan kaybettiklerimizin hüznünü yaşarken diğer yandan kaybedeceklerimizin korkusu içine düşeriz. Hüzün geçmiştedir. Daha önce sahip olduğun bir şeyi kaybetmenin kederidir. Korku ise gelecektedir. Sahip olduğun bir şeyi yitirmek istemeyişinin şiddetli arzusudur. Zaman izafidir. Ne geçmiş ne de gelecek olmadığına göre zaman bir aldatmaca, bir düzmecedir. Sadece an vardır ve Tanrı andadır, şu anda, şimdidedir. Bu yolculuğunun amacı Tanrı’ya ulaşmaktır. O yüzden anda kalınmalıdır. Çünkü ancak anda kalarak geçmişin ızdıraplarından ve geleceğin kaygılarından arınılır. Aksi takdirde Allah; Muntekiym ismi gereği asıl olmayan, sahte dertlerimizin hepsinden intikam alarak onları bizden uzaklaştırır. Bu da korkularımızla mutlaka yüzleşeceğimiz anlamına gelir ki, kaçışı imkânsızdır. Tasavvuf ehli bu hale “hak geldi, batıl zail oldu” derler. Böylece amaç gerçekleşmiş olur.  Bilinmek istediği için kendini başkalaştırarak yarattığı bizler, ancak onda tatmin oluruz.
KZ