Edep kelimesi birçok dilde karşılığı olmayan Arapça bir
kelimedir. Türkçe sözlükte, toplum töresine uygun davranmak, incelik ve terbiye
olarak nitelendirilen kelime, ıstılahı(teknik) olarak hayatın her yönünü
kapsayan görgü ve ahlak kuralı olarak yorumlanır. Arapça kamuslarında kelime
anlamı “terbiye” olan edep, bir şey hakkında uygun şekilde gitmek, davranmak
olarak kaydedilmiştir. Bu kelimenin anlamı o kadar latiftir ki, paragrafın başında söylediğim gibi birçok dilde
tam olarak karşılığını bulamazsınız. Edep bir yaşam biçimidir. Bazen soluk alma
ve vermedir. O soluğu alır verirken uygun bir hal içinde yapmaktır. Etrafa
zarar vermeden almak ve vermek gibidir. Çoğu zaman ne soluduğunu bilme halidir.
Kimlerin nefeslerini içine çekip bıraktığını düşünmektir. Yaşamak ve en
önemlisi neden var olduğunu bilmektir ve haddi bilip sınırı aşmamaktır.
Edep üzerine şöyle etraflıca düşünüp, hakkında yazılmış
eserleri göz önünde bulundurunca insanın nutku tutuluyor ve hakkında yazı
yazmaya kalkışmaya cüret edemiyor. Çünkü edepten bahsetme bir edebi gerektirir.
O da edebi bilmekten geçer. Hâlbuki “Edebin hatası kendini edepli
saymaktır.“denmiştir. İş böyle olunca uzun zamandan beri hakkında yazmayı
düşündüğüm bu konuyu hep tehir ettim. Ancak Mevlana’nın “İnsan yüce bir
âlemdendir, bayağı değil, bunu bil! Bu feleğin devranındaki coşku ve güzellik
edeptir.“ dediğini okuyunca kendime “Mademki bu evrendeki coşku ve güzellik bir
edeptir. O halde bahsettiğimiz her şey ondandır.”diyerek bir ruhsat çıkardım.
“İlim, apaçık bir sualdir. Aşk ise gizli bir cevaba
benzer.“diyen Muhammed İkbal aşkın edeple olan ilişkisine işaret etmiştir.
Aşkın tüm sorulara cevap verebileceğini ifade ederken, cevabın gizli olması
onun edebindendir. Her ne kadar aşk taşkın bir güçse de onun edeple olan
dostluğu kadimdir. Aşkı ateş olarak değerlendirirsek edebi de örse inen çekiç
olarak görmeliyiz. Ve örsün üstünde biz. Şimdi konumuzda edeple birlikte aşkta
yerini aldı. Çünkü aşksız bir edep, edepsiz bir aşk düşünülemez. Edebiyata
baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz. Âşıksız bir edebiyat veya edebiyatsız
bir âşık görülmemiştir. O şiirler, o sözler ulvi bir duygunun yansımaları
olmuştur her zaman. Bizim kültürümüzde âşıkların sanat ve edebiyatla ilgileri
ortadadır. Nasıl olmasın ki? Âşık, maşukuna duyduğu aşkı mükemmel bir ifadeyle
izah etmelidir. Bu izah öyle bir üsluba bürünmeli ki maşukun gönlünü hoşnut
edilmelidir.
Sonuç, aşk ateşinden yanan bir yüreğin feryadı bile
maşukunu rahatsız etmemelidir. Latif bir izhar olmalı bu. Tasavvuf ehli bu
ifadeyi “Ah min-el AŞK” olarak dile getirmiştir. Ortada bir feryat var lakin o
feryatta bile edepten maşukun adı gizli olarak zikredilir. Çünkü Maşuk olan
yüce yaratıcı aşığından tek şekilde bir şikâyet ve niyaz kabul eder. O da
sadece “AH”tır. Arapça “AH” kelimesi “elif” ve “he” harflerinden oluşur. Elif lafzatullahın ilk harfidir. Son harfi de
“he” dir. Bir nevi âşık ah diye inlerken
de maşukunun ismini dilinden düşürmez. Bundan dolayı bu âlemin bir diğer ismi
de “Feryat Âlemi”dir. Gelişimiz den gidişimize kadar feryat eder dururuz. Bu
feryat edişimizi edep dairesinde yaptığımızda gelişmeye tekâmül etmeye
başlarız. Çünkü işin içinde sabır vardır. Hasretliğin vuslata olan sabrıdır bu.
Öd ağacı ateşe atılmadan, miskte ezilmeden koku vermezmiş.
Bir demircinin elindeki metal gibi kâh ateşte kâh tepemize inen çekiçle
girdiğimiz haldir, edepli olma hali. Şekil almak, anlamlı bir hal almaktır, bir
üstadın elinde edeplenmek. Bu anlamda edep sabır olmuştur.
İnsan öz itibarıyla maden veya kıymetli taşlara benzer.
Kıymetli taş denince herkesin aklına karbonun bir modifikasyonu olan elmas
gelir. Yer altından çıkartılan elmasın kıymetini belirleyen dört unsurdan biri
kesimidir. Kesim bir elmas için çok önemlidir. Parlaklığının ve ışıldamasının
iyi ve kötü konumunu bilmek gerek. Işığın bir yüzeyden direk olarak açık beyaz
ışık gibi görünmesine elmasın parlaklığı denir. İdeal açılarla kesilen bir
elmas gibi beşerinde yontulması gerekmektedir. Ancak unutmamak gerek ki
yontulan kısım elmasın hacminden kaybettirir. Kişinin de yontulan kısmı kesif
âleme ait edebin kabul etmediği kabalıktır. Buna sebeptir ki “Her şey incelikten,
insan ise kabalıktan kırılır.”denir.
Veya ocak, tencere ve yemeğe benzer bu hal. Aşk ve edebin
kaynaşmasından ortaya çıkan kemalat lezzeti gibi. Aşk ocağa benzer ateş gibi yanar ancak boşuna
yanmamalıdır. Edep pişmesi gereken yemeği hazırlamaktır. Tencere içine girip o
ateşin üzerinde konmaktır. Yani kendini hazırlamaktır. Çünkü yemek sensin.
Yenilecek olan sensin. Şayet yemeğin malzemeleri güzelse kıvamı da iyi
ayarlanmışsa güzel kokular vererek pişer. Ancak malzemeler çürük ve kötüyse
onlardan güzel yemek yapılmaz. Ateş her yemeği pişirir ancak her yemeğin talibi
olmaz. Mevlana’nın ”Güneş herkesin üzerine eşit doğar ama gül başka, leş başka
kokar.”demesinin anlamı budur.
Aşk ateşiyle yanan bir can edeple şekil alır. Bu şekil
alma onu kemalat mertebelerinde ilerletir. Beşerin kemale ermesi için iki günü
bir birine eşit olmaması gerekir. Çünkü burası âlem-i imkân ancak burada mümkün
olunur. Donanımsal olarak mükemmel yaratılan insan, âlem-i imkânla kurduğu
ünsiyet miktarınca, burada olgunlaşarak kemalat mertebelerini geçer ve Rabbiyle
ünsiyet peydah eder. Bir elbise olan
bedenin bile oluşması maddi kemalat yolculuğunun bir sonucudur. Yoksa Allah bu
kevn ve fesat âlemini “Emir Âlemi”nden yaratırdı da kimse ne âlemin ne de
kendinin künhüne vakıf olamazdı. Öyle ya; bu âlem olmalıydı bizi, bize
tarif. Zaman, süreç sebep ve sonuç
ilişkileri olmalıydı. Çünkü amaç bizim mümkün olmamızdı. Bu sebepten
sünnetullah(Allah’ın âdeti) gereği âlem-i imkân “halk” âleminden yaratıldı.
Yoksa Allah öteki şekilde de yaratmaya muktedirdi.
Halk âleminde sürecinin kemalatına eren bedene insan
teşrif ederek madde kıyamını gerçekleştirerek geldiği yere, dönüş yolunda yani
aslına rucu etmesiyle de mana kemalini gerçekleştirecektir. Böylece “El insanu
remz–ul vucud - İnsan varlığın nişanıdır.”hükmünce varoluş gerçekleşir. Buna
vakıf olup kendini meratibe teslim edip, kemale eren insana “Halife” denirken
ve tüm kâinat(kuvvetler-canlılar) halifeye boyun büküp, secde ederken, bundan gafil olan içinde “İnsan çok zalim ve
cahildir.” veya “Hayvandan da aşağıdır.”denir. Çünkü hayvanın etinden,
sütünden, tüyünden, vs. her yerinden istifade edebilirken bu nevi kişilerin
hiçbir faydası yoktur âleme.
Sanırım biraz daha edep mefhumu şekillenmeye başladı.
Müsaadenizle şimdi biraz daha farklı bir mana vererek edebin tanımını yapalım.
Edep; insan olmaktır, kişinin kendisiyle(enfüsi), parçayla(eşyayla) ve
bütünle(kâinatla) yani afakla ve elbette ki HAKK-Hakikatle kurduğu ünsiyettir.
Bir diğer deyişle bakmanın ve görmenin yani bakışın fıtrattan aşina olduğu
haldir ki bu halka hizmetin Hakk’a hizmet olmasının idrakidir. Ahlakın altın
oranı ve kâinatı bir noktada toplayarak TEVHİD’e erme halidir.
Şimdi de Küll’de cüz’ü, cüz’de küll’ü görmek ve onlarlar
kaynaşabilmenin sonucu olarak Tevhid’e ulaştık. Daha doğrusu Tevhidin tahakkuku
esnasında edep kendiliğinden ortaya çıktı. Bu gerçeği yaşayan kişi Hakk aşkıyla
yanar. Gözünde ki perde kalkmış “Halk” batın olmuş “Hakk” zahir olmuştur. Halka
hizmeti, onların yolunu açıp, işlerini kolaylaştırıp Hakk’a davet coşkusuyla
yanmasına sebep olur. Yoksa Hz.Muhammed miraçta Allah’la mülakat yaptıktan
sonra “Cemalullah”a şahit olan biri olarak nasıl yeryüzüne geri gelebilirdi? Bu
tevhidi gerçekleştirebilmiş olmasa buraya gelmez, gelse bile bir an dahi
kalamazdı. İşte üstün ahlakı ile edebe en büyük örnek böylece o olmuş oldu.
Zaten üstün bir ahlak üzere olduğu beyan edilmiyor mu?
Bu noktadan baktığımızda garip ama bir gerçekle karşı
karşıya kalıyoruz. Edep her hale göre şekil alıyor ve manası duruma göre
değişiyor, genişliyor. Çünkü kişinin konumu değiştikçe olaylara bakışı da
değişiyor. Olaylara bakış değişince görebildiği de değişiyor. Yazının başında
edebin “Bir şey hakkında uygun şekilde gitmek, davranmak olarak” sözlüklere
kaydedilmiş olduğunu aktardığımı hatırlarsanız. Buradan yola çıkarak kişinin
tecrübesi arttıkça davranışının deneyime uygun bir şekil almasına da edep
diyebiliriz. Bu esasında eskilerin tabiriyle “Kalpte oluşan halin ahlaka
sirayeti.”dir ki sonuçta yaşanan deneyimler kişiyi tekâmül ettirmiş ve olayları
yorumlayışından edindikleriyle ahlaki bir davranışa bürünmüş olmaktır. Böylece
olaylara bakış-yorum kişinin edebini belirlemiş oluyor.
Her şeyin bir kılıfı vardır. İnsanın kılıfı da bedenidir.
Beden bir nevi zarf gibidir. İtibar özedir, kılıfa veya zarfa değil. Basit
insanlar, öteyi göremeyen mazrufla(zarfa konulan) değil de zarfla
ilgilenenlerdir. Bakış bu noktada devreye giriyor. Çünkü bakılan bakanın
görebildiği kadardır. Ve ne kadar basiretli bakabiliyorsa o kadarını görebilir.
Bu yüzden “Rabbini tanımak için O’na bakmalısın, O’na bakmak için kendine
bakmalısın, kendine bakmak için insanlara bakmalısın, insanlara bakmak için
etrafına bakmalısın, etrafına bakmak için bakanlara (bakmasını bilenlere)
bakmalısın. Çünkü her bakan görmez, her gören de bakmaz. Gözler görmez, gören bilinçtir.” denmiştir.
İnsan öte âleme intikal ettiğinde geride bıraktığı bedene
şayet itibar edilseydi toprağın altına konulup, terk edilmezdi. Hz.Mevlana özün
asıl olduğu, kılıfın itibar görmediğini ifade için “"Kim demiş gül yaşar dikenin himayesinde? Dikenin
itibarı ancak gül sayesinde" diyerek izah etmiştir.
Bakmak görmek ve bakış işte bu noktada edebin şekil
almasında bir parçası olmaktadır. Edebin aşkla, sabırla, kişinin kendi ve
evrenle olan ünsiyetinin sonucu olan tevhitle, deneyimle ve bakışla olan
ilişkisini ifade etmeye çalıştım. Takdir edersiniz ki yabancı dillere bile
tercümesi yapılamayan bir kavramı yazı yazmak suretiyle ifade etmek hayli
güçtür. Şimdi de edebin hareket ve fiille olan ilişkisini anlatmaya çalışacağım.
Allah her
şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır ki kul da bundan ibret alarak her hareketinde
ölçülü olmak zorundadır. Bu ölçü nerede, ne zaman, ne kadar ve nasıl
konuşacağını veya hareket edeceğini bilmesiyle gerçekleşir. Ölçülü olmak
Kontrollü olmak demektir. Ölçünün aşıp taşmaması veya az kalıp yetmemesi gibi
durumların ortaya çıkmaması için kontrol(murakabe) şarttır. Bu murakabe sonucu
kalpte hâsıl olan bu halin istikrarı ahlaka sirayet eder. “Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanın.”emriyle insanın muhatap olmasının sebebi budur. Murakabe vücut
iklimine istikrarı getirir. İstikrarın istikamet üzere olması bedeni selamete
eriştirerek edep halinde kendini gösterir. Diri, ilim sahibi, iradesinde
kudretli, ferasetli (bakışı, görüşü açık), analiz kabiliyeti ve kelamında
hikmetli olmak Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak olunca edep de kendini -soyut
kavram olan ahlakı- somut hale getirerek fiil olarak ortaya çıkar.
Ölçü demişken,
esasında afaktaki (evren) tüm ölçüler insanın iç ahvalinin birer
sembolüdürler. İnsanı insana tarif için sembol olmuşlardır. Aynada ki aksimiz
gibi. Bilim insanlarına göre ayın tek yüzünün gözlenebilmesinin sebebi; Ayın
kendi etrafında dönme hızı ile dünya etrafındaki ortalama devir hızının eşit
olmasıdır. Bu dikkat çekici zamanlama ayın dünyaya hep aynı yüzünü göstermesine
yol açar. Ancak hikmet ehli bu fenomeni edep dairesinde değerlendirmişlerdir.
Yeryüzünde hayatın oluşmasında önemli faktörlerden biri olan ay canlılığa,
Hakk’ın tecelliyatı olan eşrefi mahlûkat olan insana hürmetinden sırtını dünyaya
dönmeyip sadece tek yüzünü çevirmiştir. Ayın bu hali bile insan olana yeterli
bir ibrettir. Sırtını dönmek Kur’an da pek hoş karşılanmaz. Şeytanın bir
edepsizliği olarak değerlendirilir. Bu Kur’ani edeptendir ki mürşitlerin
huzurundan çıkılırken sırt dönülmez. İnsan nasıl maşukuna sırtını dönerek
gidebilir ki. Eski bir Türk âdetidir ki, misafirin kapı önünde ki ayakkabıları
burunları dışarı çevrilmeden haneye dönük şekilde bırakılar. Yani içeri
girerken nasıl çıkardıysa o şekilde sırtını dönmeden giyer ve çıkar. Âdetin iki
anlamı vardır. Biri o hanenin kapısı o ziyaretçiye devamlı açık olduğu, diğeri
ise asla birbirlerine yüz dönmeyeceklerini ifadedir.
Neden’i-Niçin’i
sormayıp yaşanan olayların haktan geldiğini bilerek büyük bir içtenlikle
göğüslemektir edepli olmak. Çünkü her halin geçici olduğunu akıldan çıkarmamak
gerek. Tüm bu halden hale geçiş insanın tekâmülü için gereklidir.
“
Celâliyle
zâhir olsa bu da geçer be yâ hû
Cemâliyle
ayan olsa "Bu da geçer" de yâ hû
Bî-karardır
felek dâim döner, durmaz hiçbir an
Dursa bir
an ne yer kalır, ne gök kalır be yâ hû
Kâhî
zulmet, kâhi envâr bir bir ardın devreder
Kâhî
lütuf, kâhi kahır O'ndan olur be yâ hû
İmtihan
için oluptur dâima neş'e, azap
Sen seni
bilmek içindir kahrı, lütfu be yâ hû
“
Ay’a bakarsın bir hilaldir. Bir bakarsın yarım ay olmuş,
bir bakarsın dolunay, sonra yeni ay olmuş ve devretmiştir. Her halin, kederin
de gamın da, neşenin de ızdırabın da geçici olduğunu bilmektir. Çünkü eşya
zıttıyla kaimdir ve bilinir. Güneş batıp ta karanlık gelmese aydınlık
bilinemezdi. Tekâmül için inişler ve çıkışların olması gerek. Kul bu inişler ve
çıkışlarda Rabbinin kendisine olan ikramını reddetmemeli, O’ndan razı olmalı.
KZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder