13 Ağustos 2025 Çarşamba

Edep Ya HU


Edep kelimesi birçok dilde karşılığı olmayan Arapça bir kelimedir. Türkçe sözlükte, toplum töresine uygun davranmak, incelik ve terbiye olarak nitelendirilen kelime, ıstılahı(teknik) olarak hayatın her yönünü kapsayan görgü ve ahlak kuralı olarak yorumlanır. Arapça kamuslarında kelime anlamı “terbiye” olan edep, bir şey hakkında uygun şekilde gitmek, davranmak olarak kaydedilmiştir. Bu kelimenin anlamı o kadar latiftir ki,  paragrafın başında söylediğim gibi birçok dilde tam olarak karşılığını bulamazsınız. Edep bir yaşam biçimidir. Bazen soluk alma ve vermedir. O soluğu alır verirken uygun bir hal içinde yapmaktır. Etrafa zarar vermeden almak ve vermek gibidir. Çoğu zaman ne soluduğunu bilme halidir. Kimlerin nefeslerini içine çekip bıraktığını düşünmektir. Yaşamak ve en önemlisi neden var olduğunu bilmektir ve haddi bilip sınırı aşmamaktır.
Edep üzerine şöyle etraflıca düşünüp, hakkında yazılmış eserleri göz önünde bulundurunca insanın nutku tutuluyor ve hakkında yazı yazmaya kalkışmaya cüret edemiyor. Çünkü edepten bahsetme bir edebi gerektirir. O da edebi bilmekten geçer. Hâlbuki “Edebin hatası kendini edepli saymaktır.“denmiştir. İş böyle olunca uzun zamandan beri hakkında yazmayı düşündüğüm bu konuyu hep tehir ettim. Ancak Mevlana’nın “İnsan yüce bir âlemdendir, bayağı değil, bunu bil! Bu feleğin devranındaki coşku ve güzellik edeptir.“ dediğini okuyunca kendime “Mademki bu evrendeki coşku ve güzellik bir edeptir. O halde bahsettiğimiz her şey ondandır.”diyerek bir ruhsat çıkardım.
“İlim, apaçık bir sualdir. Aşk ise gizli bir cevaba benzer.“diyen Muhammed İkbal aşkın edeple olan ilişkisine işaret etmiştir. Aşkın tüm sorulara cevap verebileceğini ifade ederken, cevabın gizli olması onun edebindendir. Her ne kadar aşk taşkın bir güçse de onun edeple olan dostluğu kadimdir. Aşkı ateş olarak değerlendirirsek edebi de örse inen çekiç olarak görmeliyiz. Ve örsün üstünde biz. Şimdi konumuzda edeple birlikte aşkta yerini aldı. Çünkü aşksız bir edep, edepsiz bir aşk düşünülemez. Edebiyata baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz. Âşıksız bir edebiyat veya edebiyatsız bir âşık görülmemiştir. O şiirler, o sözler ulvi bir duygunun yansımaları olmuştur her zaman. Bizim kültürümüzde âşıkların sanat ve edebiyatla ilgileri ortadadır. Nasıl olmasın ki? Âşık, maşukuna duyduğu aşkı mükemmel bir ifadeyle izah etmelidir. Bu izah öyle bir üsluba bürünmeli ki maşukun gönlünü hoşnut edilmelidir.
Sonuç, aşk ateşinden yanan bir yüreğin feryadı bile maşukunu rahatsız etmemelidir. Latif bir izhar olmalı bu. Tasavvuf ehli bu ifadeyi “Ah min-el AŞK” olarak dile getirmiştir. Ortada bir feryat var lakin o feryatta bile edepten maşukun adı gizli olarak zikredilir. Çünkü Maşuk olan yüce yaratıcı aşığından tek şekilde bir şikâyet ve niyaz kabul eder. O da sadece “AH”tır. Arapça “AH” kelimesi “elif” ve “he” harflerinden oluşur.  Elif lafzatullahın ilk harfidir. Son harfi de “he” dir.  Bir nevi âşık ah diye inlerken de maşukunun ismini dilinden düşürmez. Bundan dolayı bu âlemin bir diğer ismi de “Feryat Âlemi”dir. Gelişimiz den gidişimize kadar feryat eder dururuz. Bu feryat edişimizi edep dairesinde yaptığımızda gelişmeye tekâmül etmeye başlarız. Çünkü işin içinde sabır vardır. Hasretliğin vuslata olan sabrıdır bu.
Öd ağacı ateşe atılmadan, miskte ezilmeden koku vermezmiş. Bir demircinin elindeki metal gibi kâh ateşte kâh tepemize inen çekiçle girdiğimiz haldir, edepli olma hali. Şekil almak, anlamlı bir hal almaktır, bir üstadın elinde edeplenmek. Bu anlamda edep sabır olmuştur.
İnsan öz itibarıyla maden veya kıymetli taşlara benzer. Kıymetli taş denince herkesin aklına karbonun bir modifikasyonu olan elmas gelir. Yer altından çıkartılan elmasın kıymetini belirleyen dört unsurdan biri kesimidir. Kesim bir elmas için çok önemlidir. Parlaklığının ve ışıldamasının iyi ve kötü konumunu bilmek gerek. Işığın bir yüzeyden direk olarak açık beyaz ışık gibi görünmesine elmasın parlaklığı denir. İdeal açılarla kesilen bir elmas gibi beşerinde yontulması gerekmektedir. Ancak unutmamak gerek ki yontulan kısım elmasın hacminden kaybettirir. Kişinin de yontulan kısmı kesif âleme ait edebin kabul etmediği kabalıktır. Buna sebeptir ki “Her şey incelikten, insan ise kabalıktan kırılır.”denir.
Veya ocak, tencere ve yemeğe benzer bu hal. Aşk ve edebin kaynaşmasından ortaya çıkan kemalat lezzeti gibi.  Aşk ocağa benzer ateş gibi yanar ancak boşuna yanmamalıdır. Edep pişmesi gereken yemeği hazırlamaktır. Tencere içine girip o ateşin üzerinde konmaktır. Yani kendini hazırlamaktır. Çünkü yemek sensin. Yenilecek olan sensin. Şayet yemeğin malzemeleri güzelse kıvamı da iyi ayarlanmışsa güzel kokular vererek pişer. Ancak malzemeler çürük ve kötüyse onlardan güzel yemek yapılmaz. Ateş her yemeği pişirir ancak her yemeğin talibi olmaz. Mevlana’nınGüneş herkesin üzerine eşit doğar ama gül başka, leş başka kokar.”demesinin anlamı budur.
Aşk ateşiyle yanan bir can edeple şekil alır. Bu şekil alma onu kemalat mertebelerinde ilerletir. Beşerin kemale ermesi için iki günü bir birine eşit olmaması gerekir. Çünkü burası âlem-i imkân ancak burada mümkün olunur. Donanımsal olarak mükemmel yaratılan insan, âlem-i imkânla kurduğu ünsiyet miktarınca, burada olgunlaşarak kemalat mertebelerini geçer ve Rabbiyle ünsiyet peydah eder.  Bir elbise olan bedenin bile oluşması maddi kemalat yolculuğunun bir sonucudur. Yoksa Allah bu kevn ve fesat âlemini “Emir Âlemi”nden yaratırdı da kimse ne âlemin ne de kendinin künhüne vakıf olamazdı. Öyle ya; bu âlem olmalıydı bizi, bize tarif.  Zaman, süreç sebep ve sonuç ilişkileri olmalıydı. Çünkü amaç bizim mümkün olmamızdı. Bu sebepten sünnetullah(Allah’ın âdeti) gereği âlem-i imkân “halk” âleminden yaratıldı. Yoksa Allah öteki şekilde de yaratmaya muktedirdi.
Halk âleminde sürecinin kemalatına eren bedene insan teşrif ederek madde kıyamını gerçekleştirerek geldiği yere, dönüş yolunda yani aslına rucu etmesiyle de mana kemalini gerçekleştirecektir. Böylece “El insanu remz–ul vucud - İnsan varlığın nişanıdır.”hükmünce varoluş gerçekleşir. Buna vakıf olup kendini meratibe teslim edip, kemale eren insana “Halife” denirken ve tüm kâinat(kuvvetler-canlılar) halifeye boyun büküp, secde ederken,  bundan gafil olan içinde “İnsan çok zalim ve cahildir.” veya “Hayvandan da aşağıdır.”denir. Çünkü hayvanın etinden, sütünden, tüyünden, vs. her yerinden istifade edebilirken bu nevi kişilerin hiçbir faydası yoktur âleme.
Sanırım biraz daha edep mefhumu şekillenmeye başladı. Müsaadenizle şimdi biraz daha farklı bir mana vererek edebin tanımını yapalım. Edep; insan olmaktır, kişinin kendisiyle(enfüsi), parçayla(eşyayla) ve bütünle(kâinatla) yani afakla ve elbette ki HAKK-Hakikatle kurduğu ünsiyettir. Bir diğer deyişle bakmanın ve görmenin yani bakışın fıtrattan aşina olduğu haldir ki bu halka hizmetin Hakk’a hizmet olmasının idrakidir. Ahlakın altın oranı ve kâinatı bir noktada toplayarak TEVHİD’e erme halidir.
Şimdi de Küll’de cüz’ü, cüz’de küll’ü görmek ve onlarlar kaynaşabilmenin sonucu olarak Tevhid’e ulaştık. Daha doğrusu Tevhidin tahakkuku esnasında edep kendiliğinden ortaya çıktı. Bu gerçeği yaşayan kişi Hakk aşkıyla yanar. Gözünde ki perde kalkmış “Halk” batın olmuş “Hakk” zahir olmuştur. Halka hizmeti, onların yolunu açıp, işlerini kolaylaştırıp Hakk’a davet coşkusuyla yanmasına sebep olur. Yoksa Hz.Muhammed miraçta Allah’la mülakat yaptıktan sonra “Cemalullah”a şahit olan biri olarak nasıl yeryüzüne geri gelebilirdi? Bu tevhidi gerçekleştirebilmiş olmasa buraya gelmez, gelse bile bir an dahi kalamazdı. İşte üstün ahlakı ile edebe en büyük örnek böylece o olmuş oldu. Zaten üstün bir ahlak üzere olduğu beyan edilmiyor mu?
Bu noktadan baktığımızda garip ama bir gerçekle karşı karşıya kalıyoruz. Edep her hale göre şekil alıyor ve manası duruma göre değişiyor, genişliyor. Çünkü kişinin konumu değiştikçe olaylara bakışı da değişiyor. Olaylara bakış değişince görebildiği de değişiyor. Yazının başında edebin “Bir şey hakkında uygun şekilde gitmek, davranmak olarak” sözlüklere kaydedilmiş olduğunu aktardığımı hatırlarsanız. Buradan yola çıkarak kişinin tecrübesi arttıkça davranışının deneyime uygun bir şekil almasına da edep diyebiliriz. Bu esasında eskilerin tabiriyle “Kalpte oluşan halin ahlaka sirayeti.”dir ki sonuçta yaşanan deneyimler kişiyi tekâmül ettirmiş ve olayları yorumlayışından edindikleriyle ahlaki bir davranışa bürünmüş olmaktır. Böylece olaylara bakış-yorum kişinin edebini belirlemiş oluyor.
Her şeyin bir kılıfı vardır. İnsanın kılıfı da bedenidir. Beden bir nevi zarf gibidir. İtibar özedir, kılıfa veya zarfa değil. Basit insanlar, öteyi göremeyen mazrufla(zarfa konulan) değil de zarfla ilgilenenlerdir. Bakış bu noktada devreye giriyor. Çünkü bakılan bakanın görebildiği kadardır. Ve ne kadar basiretli bakabiliyorsa o kadarını görebilir. Bu yüzden “Rabbini tanımak için O’na bakmalısın, O’na bakmak için kendine bakmalısın, kendine bakmak için insanlara bakmalısın, insanlara bakmak için etrafına bakmalısın, etrafına bakmak için bakanlara (bakmasını bilenlere) bakmalısın. Çünkü her bakan görmez, her gören de bakmaz.  Gözler görmez, gören bilinçtir.” denmiştir.
İnsan öte âleme intikal ettiğinde geride bıraktığı bedene şayet itibar edilseydi toprağın altına konulup, terk edilmezdi. Hz.Mevlana özün asıl olduğu, kılıfın itibar görmediğini ifade için “"Kim demiş gül yaşar dikenin himayesinde? Dikenin itibarı ancak gül sayesinde" diyerek izah etmiştir.
Bakmak görmek ve bakış işte bu noktada edebin şekil almasında bir parçası olmaktadır. Edebin aşkla, sabırla, kişinin kendi ve evrenle olan ünsiyetinin sonucu olan tevhitle, deneyimle ve bakışla olan ilişkisini ifade etmeye çalıştım. Takdir edersiniz ki yabancı dillere bile tercümesi yapılamayan bir kavramı yazı yazmak suretiyle ifade etmek hayli güçtür. Şimdi de edebin hareket ve fiille olan ilişkisini anlatmaya çalışacağım.
        Allah her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır ki kul da bundan ibret alarak her hareketinde ölçülü olmak zorundadır. Bu ölçü nerede, ne zaman, ne kadar ve nasıl konuşacağını veya hareket edeceğini bilmesiyle gerçekleşir. Ölçülü olmak Kontrollü olmak demektir. Ölçünün aşıp taşmaması veya az kalıp yetmemesi gibi durumların ortaya çıkmaması için kontrol(murakabe) şarttır. Bu murakabe sonucu kalpte hâsıl olan bu halin istikrarı ahlaka sirayet eder. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın.”emriyle insanın muhatap olmasının sebebi budur. Murakabe vücut iklimine istikrarı getirir. İstikrarın istikamet üzere olması bedeni selamete eriştirerek edep halinde kendini gösterir. Diri, ilim sahibi, iradesinde kudretli, ferasetli (bakışı, görüşü açık), analiz kabiliyeti ve kelamında hikmetli olmak Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak olunca edep de kendini -soyut kavram olan ahlakı- somut hale getirerek fiil olarak ortaya çıkar.
Ölçü demişken,  esasında afaktaki (evren) tüm ölçüler insanın iç ahvalinin birer sembolüdürler. İnsanı insana tarif için sembol olmuşlardır. Aynada ki aksimiz gibi. Bilim insanlarına göre ayın tek yüzünün gözlenebilmesinin sebebi; Ayın kendi etrafında dönme hızı ile dünya etrafındaki ortalama devir hızının eşit olmasıdır. Bu dikkat çekici zamanlama ayın dünyaya hep aynı yüzünü göstermesine yol açar. Ancak hikmet ehli bu fenomeni edep dairesinde değerlendirmişlerdir. Yeryüzünde hayatın oluşmasında önemli faktörlerden biri olan ay canlılığa, Hakk’ın tecelliyatı olan eşrefi mahlûkat olan insana hürmetinden sırtını dünyaya dönmeyip sadece tek yüzünü çevirmiştir. Ayın bu hali bile insan olana yeterli bir ibrettir. Sırtını dönmek Kur’an da pek hoş karşılanmaz. Şeytanın bir edepsizliği olarak değerlendirilir. Bu Kur’ani edeptendir ki mürşitlerin huzurundan çıkılırken sırt dönülmez. İnsan nasıl maşukuna sırtını dönerek gidebilir ki. Eski bir Türk âdetidir ki, misafirin kapı önünde ki ayakkabıları burunları dışarı çevrilmeden haneye dönük şekilde bırakılar. Yani içeri girerken nasıl çıkardıysa o şekilde sırtını dönmeden giyer ve çıkar. Âdetin iki anlamı vardır. Biri o hanenin kapısı o ziyaretçiye devamlı açık olduğu, diğeri ise asla birbirlerine yüz dönmeyeceklerini ifadedir.
Neden’i-Niçin’i sormayıp yaşanan olayların haktan geldiğini bilerek büyük bir içtenlikle göğüslemektir edepli olmak. Çünkü her halin geçici olduğunu akıldan çıkarmamak gerek. Tüm bu halden hale geçiş insanın tekâmülü için gereklidir.
Celâliyle zâhir olsa bu da geçer be yâ hû
Cemâliyle ayan olsa "Bu da geçer" de yâ hû
Bî-karardır felek dâim döner, durmaz hiçbir an
Dursa bir an ne yer kalır, ne gök kalır be yâ hû

Kâhî zulmet, kâhi envâr bir bir ardın devreder
Kâhî lütuf, kâhi kahır O'ndan olur be yâ hû

İmtihan için oluptur dâima neş'e, azap
Sen seni bilmek içindir kahrı, lütfu be yâ hû
Ay’a bakarsın bir hilaldir. Bir bakarsın yarım ay olmuş, bir bakarsın dolunay, sonra yeni ay olmuş ve devretmiştir. Her halin, kederin de gamın da, neşenin de ızdırabın da geçici olduğunu bilmektir. Çünkü eşya zıttıyla kaimdir ve bilinir. Güneş batıp ta karanlık gelmese aydınlık bilinemezdi. Tekâmül için inişler ve çıkışların olması gerek. Kul bu inişler ve çıkışlarda Rabbinin kendisine olan ikramını reddetmemeli, O’ndan razı olmalı.
KZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder