8 Eylül 2025 Pazartesi

Kendini Unutmanın Dostlukta Tecellisi

    

Kendini Unutmanın Dostlukta Tecellisi

“Dostluğun özü, kendini düşünmemektir.” – Oscar Wilde

Bu veciz söz, ilk bakışta beşerî bir tespit gibi görünse de derin bir hakikate işaret eder. Zîrâ gerçek dostluk, nefsi (benliği) unutmayı, fedakârlık ve diğerkâmlıkla kendinden vazgeçebilmeyi gerektirir. Tasavvufî anlayışta da dostluk, kişinin benden sıyrılıp sende ve nihayet O’nda (Hakk’ta) yok olması demektir. Nitekim İslam irfanında mü’minler arasındaki kardeşlik (uhuvvet) bağı ilahî rızâ temeli üzerine kuruludur ve adeta manevî bir akit addedilerek bazı hak ve sorumluluklar yükler . Huccetü’l-İslam İmam Gazâlî, hakikî dostluğu tesis edebilmek için kardeşlik ahdinin nikâh misâli bazı vazifeler gerektirdiğini belirtir . Ona göre mü’min kardeşlerin birbirleri üzerinde; mallarında, nefislerinde (yani fiilî fedakârlıklarında), dillerinde ve kalplerinde hakları vardır . Dost uğruna malından vermek, emeğini ve zamanını ayırmak, diliyle nezaket göstermek, gönülden affedici olmak, duada daimî olmak ve vefâkârlık göstermek, hattâ dost vefât ettiğinde onu hayırla yâd edip geride kalan emânetlerine sahip çıkmak… Bütün bu erdemler, bir kardeşlik sözleşmesinin şartları gibidir. Bunların toplamı Gazâlî’nin ifadesiyle sekiz temel dostluk hakkını oluşturur ki maldan başlayan ve duaya uzanan bu haklar silsilesi, dostluğu nefis tezkiyesinin (ego arınmasının) bir vesilesi kılar . Gerçekten de böylesi bir dostluk, Wilde’ın ifadesindeki gibi insânın kendini düşünmekten vazgeçip dostunu öne almasının tezahürüdür.

Nefsî menfaatlerden arınma öncelikle maddî paylaşım ve bedenî fedakârlıklarla sınanır. En sade dostluk, ihtiyaç anında elindeki fazla malı dostuyla paylaşmakla belli olur; en kâmil dostluk ise kişi kendi muhtaç durumdayken bile dostunu kendine tercih edebilmektir . Nitekim Ensar ile Muhacir arasındaki kardeşlik, servetlerini bölüşerek bu îsâr ruhunun en güzel numunelerini göstermiştir. Hatta rivayet edilir ki bir grup sahabeye bir kurban eti takdim edildiğinde her biri “Benim falan kardeşim benden daha muhtaçtır.” diyerek tabağı diğerine iletmiş, hediye yedi evi dolaşıp yine ilk kişiye geri dönmüştür . Malda cimrilik ve çıkar hesabı yapmak, kalpteki dostluk bağına yakışmaz; Allâh için olan muhabbet, gerektiğinde serveti elinin tersiyle itip kardeşinin ihtiyacını kendi nefsine tercih etmeyi gerektirir . Zîrâ Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifte, “Hiçbiriniz, kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe imânınız kemâle ermez” buyurarak böyle bir fedakârlığın imânın olgunluğuyla bağlantısını vurgular . Gerçek dost, kardeşini kendi nefsi gibi görür; ele geçen nimeti “benim malım” diye ayırmaz, bilakis onu dostuyla paylaşmayı saâdet bilir . Hatta hayatını bile dostuna feda edebilenler çıkmıştır: Hikâye olunur ki zâlim bir yönetici döneminde bir grup sûfî idama götürüleceği vakit, aralarından Ebû’l-Hüseyin en-Nûrî öne atılıp ilk önce kendisinin öldürülmesini istemiştir. Sebebini soranlara, “Bir an olsun, kardeşlerime hayat kazandırmayı arzu ettim de onun için öne geçtim.” diye cevap vermiş; bu ihlaslı fedakârlığı sayesinde hepsi mucizevi şekilde kurtuluşa ermiştir . İşte dostlukta kendini geriye atıp dostunu ileri almak böylesine ulvî bir haslettir.

Gerçek dostluk sadece mal ile değil, hâl ile de imtihân olur. Hakikî dost, fiilî yardımlaşmada da tereddüt göstermez; kardeşinin darda olduğunu görürse onun istemesine mahal bırakmadan, hatta kendi işini tehir edip hemen imdada koşar . Üstelik bunu yaparken hiçbir kinaye, isteksizlik veya beklenti göstermez; aksine güler yüz ve samimiyetle el uzatır . İbn Şübrime adlı âlim, bir dostunun mühim ihtiyacını tüm gücüyle karşıladıktan sonra teşekkür mahiyetinde hediye getirildiğinde alınmış ve şöyle demiştir: “Eğer bir gün dostun dara düşer de sen bütün kuvvetinle yardıma koşmazsan, bil ki o dostluk çoktan ölmüştür.” . Gerçekten de nefsi terbiye eden dostluk, yapılan iyiliği asla başa kakmaz; hatta dost uğruna hizmet eden kimse, “Bana bu iyiliği yapma fırsatını verdiğin için asıl ben sana minnettarım.” diyebilecek bir gönül olgunluğuna erişir . Böyle olunca dostlar birbirine asla yük olmaz, tam tersine birbirlerinin yükünü almada yarışır . Yani dostluğun özü, yine Wilde’ın dediği gibi, kendi rahatı yerine dostunun huzurunu düşünebilmektir.

Dostluk ilişkisi dilde ve lisânda da tezahür eder. Hakikî dost, diline mukayyet olup dostunun kalbini daraltacak söz ve tavırlardan sakınır; gönül alıcı tatlı bir lisân ile sohbet eder. “Mü’min, mü’minin aynasıdır” buyurulur; gerçek dost da bir ayna misâli kardeşinin hatasını lütufla gösterir ama asla onu rencide etmez . Herkes dostuna karşı tatlı dil kullanabilir, meth ü sena edebilir; ancak gerçek dost gerektiğinde acı da söyler, fakat bu acı söz dahi şefkat ve merhametle dile gelir . Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de hayatı boyunca yakınındakilere dâima lisân-ı mülâyim ile davranmış, “dost acı da söyler” düsturunu adeta fiilen göstermiştir . Elbette dostun iyiliği için hatasını düzeltmek gerekiyorsa, bunu uygun bir lisânla yapmak dostluğun gereğidir; zîrâ gerçek dost, dostunu hatasıyla bırakmaz, hatasında ona ışık tutar . Diğer yandan dilin bir hakkı da sır tutmaktır: Hakikî dost, kendisine emânet edilen mahrem sırları kendi canında saklar; araya mesafeler ve yıllar girse bile bunları ifşâ etmez . Dostunun gıyabında onun izzetini korur, arkasından asla incitmez. Gıybet, su-i zân gibi nefsânî dil afetlerini dostuna yakıştırmaz; bilakis başkası dostu hakkında kötü konuşursa, bunu kendi kulağı için zül addeder . İşte dilin inceliği, bazen sükût edip dinlemek, bazen de birkaç tatlı kelâm ile moral vermek şeklinde tecelli eder. Wilde’ın vurguladığı “dostun başarısına sevinme” erdemi de ancak bu nezaket ve içtenlikle mümkündür: İçi kıskançlıkla dolu olan biri tebessümle samimî bir tebrik edemez; nefsini arındırabilen ise dostunu kendi canı gibi görür, onun sevincine içtenlikle ortak olur . Gerçek dost, dostunun mutluluğunu kendi mutluluğu addeder ve bunu dile dökerken de hasbî bir zarafet gösterir. Böylece dost, gönülde hazımsızlığa yer vermeyip kendi nefsini susturarak kardeşinin sevinciyle sevinmeyi başarır ki bu, benliği aşmanın en güzel nişanesidir.

İnsânlık hâli, en samimi dostluklarda dahî zaman zaman hatalar ve gönül kırgınlıkları yaşanabilir. İşte bu noktada kalpte affedicilik ve mazur görme fazileti devreye girer. Hakikî dost, kardeşinin sürçmelerini hoş görmeyi bilir, onu tek bir yanlışıyla silip atmaz. Belki de dostun nefsine yenik düştüğü an, en fazla desteğe muhtaç olduğu andır. Nitekim bir Hak dostu (veli) kendisine “Arkadaşın yolunu şaşırdı, onu terk etmeyecek misin?” diyenlere, “Tam da şimdi, günah girdabında çırpınırken her zamankinden fazla bana ihtiyacı var” cevabını vermiştir . Gerçek dost, dostunu hatasıyla baş başa bırakmak yerine güzel öğüt ve dualarla onu yeniden doğruluğa davet eder. Affetmek ve mazur görmek, nefsi aşmanın belki de en zorlu imtihânıdır; çünkü nefis incindiğinde öfkeyle hükmetmek ister. Lâkin aşk ile dost olanlar, öfkelendiklerinde yutkunup öfkelerini yenerler; gönül alıcı bir af ile muhabbeti devam ettirirler . Kur’ân-ı Kerîm de mü’minleri “öfkesini yutanlar ve insânları affedenler” olarak över . Elbette affetmek, hatayı bütünüyle görmezden gelmek değildir; tam tersine, dostu kazanmak için yanlışı güzellikle düzeltmeye çalışmak demektir. Ancak affedicilik şu manaya gelir: Dostunun kusurunu kendi kusurun bilip ona yük olmamak, mümkünse birlikte telâfi etmeye gayret etmek . Nitekim Hz. Ali (Kerremallahu vechehû), “Kardeşinin ayıbını yetmiş özürle örtmeye çalış.” nasihatinde bulunur . Gerçekten de affetmek, karşıdaki kişiden ziyade evvela insânın kendi kalbi için rahmettir; affeden, kin zincirinden kurtulur ve dostluk bağını tamir etme şansına nâil olur . Gönüller arasında kin ve nefretin barınmaması, muhabbetin uzun ömürlü olması için şarttır.

Dostluğun zaman içindeki iniş çıkışları, vefâkârlık ve devamlılıkla aşılır. Hakikî dost, bir defa gönül verdiği kardeşini ömür boyu fiilen destekler, hatırını dâima gözetir. Vefâ, sevgide sadâkat göstermek ve fırtınalı günlerde bile kardeşinin yanında durabilmektir. Menfaat bitince çekip gitmek dostluk değil ticarettir; hâlis muhabbet menfaate değil ahirete endekslidir. Bu yüzden gerçek dostluk ölümü bile aşar, ebediyete uzanır. İmam Gazâlî, vefânın mânâsını “ölünceye dek sevgiyi sürdürmek, ölümden sonra da dostun emânetlerine sahip çıkmak” şeklinde tarif eder . Gerçek dost, dostunun ailesini ve sevdiklerini de kendi emâneti bilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunun en güzel misâlini vermiş; vefâtından sonra eşi Hz. Hatice validemizin arkadaşlarına yıllar sonra bile hürmet ve ikrâmda bulunmuştur. Hatta ona “O yaşlı kadına neden bu kadar iltifat ediyorsunuz?” diye sorulduğunda, “O, Hatice zamanında bize gelir giderdi; kadîm dosta vefâ imândandır” buyurmuş ve sadâkatin değerini vurgulamıştır . Bu, dostluk ahlâkının zirvesidir: Dostun geride bıraktıklarını –ailesini, evlatlarını, eski dostlarını– aziz bilmek, onlara kendi dostunmuşçasına gönül vermek gerekir. Hatta denilir ki, hakiki dost, dostunun düşmanına dost olmaz, dostunun buğzettiğine muhabbet beslemez. Çünkü muhabbet ve uhuvvet, bir gönülde bölünmez bir bütündür; dostunu seven, onun sevdiklerine de aynı muhabbetle bakar. Tarihimizde bunun sayısız örneği vardır: Vefât eden velî bir zatın talebeleri, “Hocamızın dostu” diyerek onun eski arkadaşlarına ömür boyu hizmet etmiş; bir şehidin geride kalan ailesine “Bu emânet artık bizim ailemizdir” diyerek kol kanat geren yiğitler yetişmiştir . Bu ulvî hasletlerin temelinde ahde vefâ yatar: Verilmiş söze ve kurulmuş gönül bağlarına sadâkat göstermek, Allâh katında makbul bir haslettir. Böyle vefâkârlık sayesinde dostluk bir insân ömrünü aşar ve nesiller boyu sürecek berekete dönüşür .

Tüm bu meziyetlerin yanında dostluğun selameti için bir ahlâk daha vardır ki o da yük olmamaktır. Samimi dost, varlığıyla karşısındakine huzur veren; yokluğunda kıymeti anlaşılan ama varlığıyla asla ağırlık yapmayan kişidir. “Muhabbeti devam ettiren, külfeti terk etmektir.” demiş büyükler; yani dostlukta yapmacık resmiyeti, lüzumsuz külfetleri terk etmek gerekir . Seven insân, sevdiğine yük değil destek olmalıdır. Gereksiz resmiyet, aşırı talepler ve sürekli alacaklı gibi davranmak dostluğu yıpratır . Hakikî dostlar birbirlerinin evinde kendilerini ev sahibi gibi hisseder; aralarında “sen-ben” kalıplarından ziyade içten bir yakınlık olur . Varlıklı olan dostundan beklentiye girmez; muhtaç durumda olan da halini elden geldiğince gizler ki kardeşini üzmesin . İki dost Allâh için muhabbet ettiğinde arada ne mevki hesabı kalır ne de çıkar endişesi . Bu yüzden böyle bir kardeşlikte en ufak bir dünyevî menfaat ilişkiye girdiğinde her iki taraf da bunu hemen hisseder ve muhabbetin safiyeti zedelenir . Onun içindir ki yük olmamak dostluğun zımnî (örtük) şartıdır. Hz. Ali (Kerremallahu vechehû) der ki: “Dostların en hayırlısı, sana yük olmayandır; seni de özür dilemek zorunda bırakmayandır.” . Gönülleri bir olan gerçek dostlar, birbirinin yanında kendini kasmaz, en doğal hâliyle bulunur. Bu rahatlık asla laubalilik değildir; tam aksine kalpten kalbe bir yakınlığın verdiği emniyettir . Her biri diğerini Allâh’ın emâneti bilir, onu incitmekten hayâ eder; ancak bu hayâ resmiyetten değil, muhabbettendir . Kısacası dostluğu yürütmek için taraflar birbirine karşı sürekli “Acaba rahatsız olur mu?” endişesi vermemelidir; sevenler birbirinin yanında sâfî ve tabiî kalabilmelidir ki aradaki yapmacık duvarlar yıkılsın, kalpler tam bir güven ile bağlansın .

Sonuç olarak, nefsi aşan dostluk insânı kemâle erdiren bir ayna gibidir . Böyle bir dostlukta, maldan cânan’a kadar verilen her hak aslında kişinin kendi nefsini terbiye etmesinin bir yoludur . Dünyevî çıkarlardan sıyrılmış hâlis bir muhabbet, kişiyi dünyaya geliş gayesine yaklaştırır: Allâh için sevmek ve Allâh için buğzetmek… . Dostluk bağları Allâh rızâsı üzerine kurulduğunda o bağ ne ölümle kopar ne menfaatle çözülür; zîrâ her dostluk hakkının özünde ilâhî rızâ hissi yatar . Böyle bir muhabbet sâyesinde kul, Rabbine yakınlaşma fırsatı bulur; çünkü Allâh için birini sevmek, O’nun sıfatlarından birine tutunmak gibidir . Cenâb-ı Hak da kudsî bir hadiste “Benim rızâm için birbirini sevenlere, bir araya gelenlere, birbirini ziyaret edenlere ve birbirine ikrâm edenlere sevgim vâcip olmuştur” buyurarak böyle dostlukların kendi nezdindeki değerini bildirmiştir . Yunus Emre ne güzel söyler: “Yaratılanı hoş gör, Yaratan’dan ötürü.” Gerçek dostluk da dostu kusuruyla hoş görmek, Yaratandan ötürü sevmektir . Artık orada ne nefis kalır ne hesap… Dostluk ufku öyle bir makama çıkar ki seven, sevdiğinde Dost-u Ebedî’nin (Ebedî Dost’un) bir tecellisini görmeye başlar. Gönül gözü açılan bir eren, “Dostta dahi Dost-u Mutlak’ı görmek” sırrına erer . Hakikatte bütün sevgi ve dostlukların varacağı menzil, el-Vedûd (Mutlak Seven) olan Allâh’tır. Fânî dostun yüzünde Bâkî Dost’un cemâlini temâşâ edebilen kişi, dostluk imtihânını geçip aşk meydanında vuslata yaklaşmıştır . Böylece kendini düşünmeyi bırakıp dostunu Allâh için seven kimse, en sonunda Gerçek Dost’a (Hakk’a) ulaştıran bir yola koyulmuş demektir. Kişi dostunu severken onda Sevgi’nin Sahibini bulur. İşte dostluğun hakikatindeki en derûnî mânâ budur: Dosta muhabbet içinde dahi Dost-u Mutlak’ı bulup sevmek…

KZ

1 yorum:

  1. “Önce cânan sonra can” 🙂
    Bizlere büyürken hep öğretilen şekli “ önce cân sonra cânan”dı.
    Ta ki yazınızda bahsettiğiniz kardeşlik, dostluk, gerçek kavramını öğrenene kadar ..
    “hakiki dost, dostunun düşmanına dost olmaz,”
    Ahde vefayı ne güzel özetleyen bir cümle:)
    Kaleminiz gönlümüze işliyor . Yazılarınızı heyecanla takip ediyoruz.
    Allah dostluğun hakkını vermeyi , dost olabilmeyi nasip eylesin.

    YanıtlaSil