15 Eylül 2025 Pazartesi

Kusurdan Kemâle, Zulümden Nûra

Kusurdan Kemâle, Zulümden Nûra

    İnsan kusursuzluk hayaliyle yaşar ama hakikatte kemâle giden yol kusurlardan geçer. Kendi acziyetini, noksanını görmek insana tevazu ve arayış kazandırır. Nasıl ki çatlayan bir topraktan fışkıran filiz büyür. Aynı şekilde kırılmadan açılmaz gönül kapıları. Mevlânâ’nın dediği gibi “Aldığın yara, ışığın sana akacağı yerdir” – yani yaralarımız, içine ışığın sızdığı menfezlerdir. Kişi hatasıyla yüzleşince, kusurundan utanıp özüne döner; pişmanlığın yakıcı ateşi ham gönlü pişirir, olgunlaştırır. Kusur, böylece bir kemâl tohumu olur; hatasını bilen, Hakk’ı bilmeye bir adım daha yaklaşır.

    Zulüm ve haksızlık ilk bakışta zifiri bir geceyi andırır, fakat en karanlık gecelerden en parlak yıldızlar doğar. Bir mazlumun sabrı, bir haksızlığın ortaya çıkardığı vicdan ışığı nice güzelliklere kapı aralar. Zulmü tattığında adaleti daha derinden anlar insan; haksızlığın pençesinde kıvranırken merhametin ışığı gönlüne doğar. Unutma ki Mısır zindanlarında Yusuf’un nurunu gizlemeye kalkanlar, sonunda o nurun doğuşuna hizmet ettiler. Zulmün karanlığı, adalet güneşinin doğmasına gebedir. Nitekim “Bulut ağlamadıkça yeşillik nasıl güler? Gülmeler, ağlamalarda gizlidir” demişler . Yani sıkıntı ve karanlık, güzelliğin ışığını bağrında taşır; zulüm de nihayetinde hakikatin zuhuruna vesile olur.

    Her fitne ve bela, Hakk’ın terbiyesine talip olan insan için bir eğitimden ibarettir. Ateş nasıl altını arıtırsa musibet de kalbi arındırır. Rahat döşeğinde büyüyen nefs, terbiye olgunluğuna erişemez; tıpkı fırtınayla karşılaşmamış denizcinin mâhir kaptan olamayacağı gibi. Rabbimiz sevdiği kulunu bazen belaya uğratır, çünkü bilir ki bela, kulunu terbiye edip diriltir. Sabır, metanet, şükür gibi hasletler ancak fitne rüzgârları esince kök salar. Dışarıdan bakana kargaşa görünen imtihanlar, aslında iç dünyamızda ilâhî nizâmı tesis eder. Ateşin yakıcılığı olmasa İbrahim için güller açar mıydı? Sıkıntı gelmese insan, derdinin derman sakladığını nasıl öğrenecekti? İşte “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” sözünde ifade edildiği gibi, çoğu kez dert sandığımız şey içimizdeki cevheri işlemektedir.

    Dert, insanın cevherini saflaştıran bir ilahî iksirdir. Acılarla yoğrulmamış bir yürek, ham bir maden gibidir; dert çekmekse o madeni parlatıp elmasa çevirir. Her darbe, her imtihan bir ciladır. “Her sürtünmeye öfkelenirsen aynan nasıl parlayacak?” der Rûmî. Bu yüzden, hayatın çarklarında ezildiğini sanan kişi aslında yontulup biçimlenmektedir. Tahammül ve teslimiyetle sabreden, zamanla kendi özündeki saf iyiliği, sabrı, imanı parıl parıl görür hale gelir. Unutmamak gerek ki en güzel kılıçlar, en çok dövülen demirden yapılır; en lezzetli ekmek, en çok yoğrulan hamurdan çıkar. İmtihan ateşi, içimizdeki cevheri pasından arındırmakta, özümüzü saf altın gibi ortaya çıkarmaktadır.

    Öyleyse gam ve keder de boşa çekilmez; her kederin koynunda gizli bir feyiz, bir bereket vardır. Neşenin tohumları, keder tarlasında filizlenir. Yağmur yüklü bulut nasıl ağlarsa ardından toprak güler; insan da gözyaşı döktükten sonra ruhunda çiçekler açar. Mevlânâ, “Nerede bir dert varsa deva oraya gider; neresi alçaksa, su oraya akar” diyerek bu sırrı açıklar . Gözyaşları gönül toprağını yumuşatır, rahmet tohumlarını yeşertir. Üzüntüyle baş eğen kalp, Rahmân’ın merhamet sağanağına en açık duruma gelir. Nice hazinelerin haritası kırık gönüllerde çizilidir; “Ey sâf kişi! Defineyi yıkık yerlerde ara” diye boşuna denmemiştir . Yani en büyük feyiz, en derin hüzünlerin içinde gizlenmiştir.

    Her derdin, aslında gönül kapısını açan bir anahtar olduğu da bir hakikattir. İnsan acıyla kavrulunca kalbinin kapıları aralanır; kibir, gaflet ve dünya perdesi aradan çekilir. Dertsiz insan çoğu zaman kapalı bir sandığa benzer, içinde ne hazineler olduğunu bilmez. Dert geldi mi o sandığın kapağı kalkar, insan kendi içindeki hakikati görmeye başlar. Nice gafiller bir musibetle uyanmış, nice taş yürekler sancıyla yumuşamıştır. Kalbin kilidini açan en etkili anahtar, samimi gözyaşıdır. “Dua ederken O’na kırık bir gönülle el kaldır. Çünkü Allah’ın merhamet ve ihsanı, gönlü kırık kişiye doğru uçar” buyurur Hz. Mevlânâ . Demek ki gönül yarasına merhem olacak ilk dokunuş yine Hak’tandır; kalp kapısı acıyla aralandığında, içeriye dolan rahmettir. İnsan en çaresiz anında “Yetiş Ya Rab!” diye niyaz ettiğinde bir bakar ki o kapı ardına kadar açılmış, içine sabır ve ümit ışığı dolmuştur.

    Bütün bu hakikatler bize tek bir yönü işaret ediyor: Zorluklar, acılar, sıkıntılar boşuna değil; hepsi bir kolaylığın, bir lütfun habercisidir. Kusurdan kemâl doğar; zulümden adaletin ışığı, dertten şifa, hüzünden sevinç doğar. Yeter ki insan sabırla, imanla beklemeyi bilsin. Karanlık ne kadar koyu olursa olsun, şafak vakti onu boğacak bir aydınlık taşır. Gece ne denli uzun sürerse sürsün, güneş doğmak üzere olduğunu müjdeler. Unutma ki tohum, karanlık toprağa gömülmeden filiz vermez; insan da sıkıntıya düşmeden rahmete ermez. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır. Yeter ki yeise kapılma, darlıkta ümidini yitirme. Çünkü İlahi vaat açıktır ve haktır:

“ فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا”

“Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah Suresi, 6. Ayet)


nefes


Anla kusurdan doğar ol kemâl,
Zulmden tulûʿ ider nûr-u cemâl.

Fitne ocağında pişer cism-ü cân,
Dert ile saf olur cevher-i insân.

Her gam içre hafidir bin feyz
Dertle açılır bab-ı dilde mey

KZ


12 Eylül 2025 Cuma

Amberden Hikmete, Nefisten Kemale

 Amberden Hikmete, Nefisten Kemâle


Kâinatta hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Âl-i İmrân sûresinde zikredildiği üzere:


رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru.” (3/191)


Bu ayet, varlıkta görülen her şeyin ardında bir hikmet bulunduğunu bildirir. İşte amber buna güzel bir misaldir. Halk arasında “balina kusmuğu” diye bilinse de, aslında kaşalot balinasının sindirim yoluyla dışarı attığı yağlı bir salgıdır. Yıllarca denizde sürüklenir, güneş ve tuz ile yoğrulur; sonunda kıyıya vurduğunda dünyanın en zarif parfümlerinin esası haline gelir. Başta iğrenç görünen bir şeyin, sabır ve zamanla kıymete dönüşmesi bize yaratılışın derin sırrını gösterir.


Aynı hakikat insanın nefsinde de tecellî eder. Terbiye edilmemiş nefis bulanıklık ve ağırlık kaynağıdır. Fakat riyazet, ilim ve muhabbet ile tezkiye edildiğinde, o nefis insanı felaha götüren bir cevhere dönüşür. Nitekim Şems sûresinde:


قَدۡ أَفۡلَحَ مَن زَكَّىٰهَا وَقَدۡ خَابَ مَن دَسَّىٰهَا

“Nefsini tezkiye eden gerçekten felaha ermiştir; onu kirleten ise hüsrana uğramıştır.” (91/9-10)


buyrulmuştur.


Bu yolun büyüklüğünü Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de şu sözleriyle belirtir:


اَلْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ فِي طَاعَةِ اللهِ

“Gerçek mücahid, Allah’a itaat yolunda nefsine karşı cihad eden kimsedir.” (İbn Hibban, Sahîh, 4862)


Demek ki en büyük cihad, insanın kendi iç âleminde verdiği bu mücadeledir. Amber nasıl denizin dalgalarıyla arınıp eşsiz bir kokuya dönüşüyorsa, insan da nefsini terbiye ederek Hak katında en nefis hâline ulaşır. İşte bu yüzden denmiştir ki: “Terbiye olmuş bir nefisten daha nefis ne olaki!”

KZ

11 Eylül 2025 Perşembe

Dostluğun Hakikati ve Takvânın Mîzanı

Dostluğun Hakikati ve Takvânın Mîzanı

“اَلْاَخِلَّٓاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّقٖينَ”
“Dostlar o gün birbirine düşman kesilirler, ancak takvâ sahipleri müstesna.” (Zuhruf 43/67)

İnsanoğlu dünyada çeşitli sebeplerle dostluk kurar. Kimi menfaat üzerine, kimi heva ve heves üzerine, kimi de ortak zevk ve geçici arzular üzerine dost olur. Ancak bütün bu sebepler fânîdir. Sebep fânî olunca neticesi de bâtıl olur. İşte bu sebeple Kur’ân, dostlukların kıyamet günü düşmanlığa inkılab edeceğini haber verir.

Gazâlî Hazretleri İhyâ’sında şöyle der:
“Dünyada dostluk ve kardeşliğin aslı din içindir; onun dışındaki bütün dostluklar bozulur, ahirette dağılır. Zira din dışındaki her dostluk, ya menfaat ya heva ya da geçici arzu sebebiyle kurulmuştur. Bu sebepler ise fânîdir. Sebep fânî olunca neticesi de bâtıl olur. Böylece o gün dostlar birbirine düşman kesilirler. Ancak Allah için sevgi ve takvâ üzere kurulan dostluk, baki kalır.”

Bu beyan gösteriyor ki dostluğun mîzanı takvâdır. Kalpler Allah için birleştiğinde, bu bağ ne dünyada çözülür ne de ahirette dağılır. Fakat dünya sevgisi, mal hırsı veya nefsânî arzu üzerine kurulan bağlar, hesab günü ateşe dönüşür. O gün herkes birbirinden davacı olur; dostluk düşmanlık, muhabbet kin olur.

Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuştur:
«الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ»
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Binaenaleyh, kiminle dost olduğumuza, kalbimizi kime bağladığımıza dikkat etmek zarurîdir. Allah için kurulan muhabbet baki, dünya için kurulan muhabbet ise geçicidir. Ahirette kurtuluşun anahtarı, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.

Dünya için dostluk, ahirette düşmanlıktır.


KZ

8 Eylül 2025 Pazartesi

Kendini Unutmanın Dostlukta Tecellisi

    

Kendini Unutmanın Dostlukta Tecellisi

“Dostluğun özü, kendini düşünmemektir.” – Oscar Wilde

Bu veciz söz, ilk bakışta beşerî bir tespit gibi görünse de derin bir hakikate işaret eder. Zîrâ gerçek dostluk, nefsi (benliği) unutmayı, fedakârlık ve diğerkâmlıkla kendinden vazgeçebilmeyi gerektirir. Tasavvufî anlayışta da dostluk, kişinin benden sıyrılıp sende ve nihayet O’nda (Hakk’ta) yok olması demektir. Nitekim İslam irfanında mü’minler arasındaki kardeşlik (uhuvvet) bağı ilahî rızâ temeli üzerine kuruludur ve adeta manevî bir akit addedilerek bazı hak ve sorumluluklar yükler . Huccetü’l-İslam İmam Gazâlî, hakikî dostluğu tesis edebilmek için kardeşlik ahdinin nikâh misâli bazı vazifeler gerektirdiğini belirtir . Ona göre mü’min kardeşlerin birbirleri üzerinde; mallarında, nefislerinde (yani fiilî fedakârlıklarında), dillerinde ve kalplerinde hakları vardır . Dost uğruna malından vermek, emeğini ve zamanını ayırmak, diliyle nezaket göstermek, gönülden affedici olmak, duada daimî olmak ve vefâkârlık göstermek, hattâ dost vefât ettiğinde onu hayırla yâd edip geride kalan emânetlerine sahip çıkmak… Bütün bu erdemler, bir kardeşlik sözleşmesinin şartları gibidir. Bunların toplamı Gazâlî’nin ifadesiyle sekiz temel dostluk hakkını oluşturur ki maldan başlayan ve duaya uzanan bu haklar silsilesi, dostluğu nefis tezkiyesinin (ego arınmasının) bir vesilesi kılar . Gerçekten de böylesi bir dostluk, Wilde’ın ifadesindeki gibi insânın kendini düşünmekten vazgeçip dostunu öne almasının tezahürüdür.

Nefsî menfaatlerden arınma öncelikle maddî paylaşım ve bedenî fedakârlıklarla sınanır. En sade dostluk, ihtiyaç anında elindeki fazla malı dostuyla paylaşmakla belli olur; en kâmil dostluk ise kişi kendi muhtaç durumdayken bile dostunu kendine tercih edebilmektir . Nitekim Ensar ile Muhacir arasındaki kardeşlik, servetlerini bölüşerek bu îsâr ruhunun en güzel numunelerini göstermiştir. Hatta rivayet edilir ki bir grup sahabeye bir kurban eti takdim edildiğinde her biri “Benim falan kardeşim benden daha muhtaçtır.” diyerek tabağı diğerine iletmiş, hediye yedi evi dolaşıp yine ilk kişiye geri dönmüştür . Malda cimrilik ve çıkar hesabı yapmak, kalpteki dostluk bağına yakışmaz; Allâh için olan muhabbet, gerektiğinde serveti elinin tersiyle itip kardeşinin ihtiyacını kendi nefsine tercih etmeyi gerektirir . Zîrâ Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifte, “Hiçbiriniz, kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe imânınız kemâle ermez” buyurarak böyle bir fedakârlığın imânın olgunluğuyla bağlantısını vurgular . Gerçek dost, kardeşini kendi nefsi gibi görür; ele geçen nimeti “benim malım” diye ayırmaz, bilakis onu dostuyla paylaşmayı saâdet bilir . Hatta hayatını bile dostuna feda edebilenler çıkmıştır: Hikâye olunur ki zâlim bir yönetici döneminde bir grup sûfî idama götürüleceği vakit, aralarından Ebû’l-Hüseyin en-Nûrî öne atılıp ilk önce kendisinin öldürülmesini istemiştir. Sebebini soranlara, “Bir an olsun, kardeşlerime hayat kazandırmayı arzu ettim de onun için öne geçtim.” diye cevap vermiş; bu ihlaslı fedakârlığı sayesinde hepsi mucizevi şekilde kurtuluşa ermiştir . İşte dostlukta kendini geriye atıp dostunu ileri almak böylesine ulvî bir haslettir.

Gerçek dostluk sadece mal ile değil, hâl ile de imtihân olur. Hakikî dost, fiilî yardımlaşmada da tereddüt göstermez; kardeşinin darda olduğunu görürse onun istemesine mahal bırakmadan, hatta kendi işini tehir edip hemen imdada koşar . Üstelik bunu yaparken hiçbir kinaye, isteksizlik veya beklenti göstermez; aksine güler yüz ve samimiyetle el uzatır . İbn Şübrime adlı âlim, bir dostunun mühim ihtiyacını tüm gücüyle karşıladıktan sonra teşekkür mahiyetinde hediye getirildiğinde alınmış ve şöyle demiştir: “Eğer bir gün dostun dara düşer de sen bütün kuvvetinle yardıma koşmazsan, bil ki o dostluk çoktan ölmüştür.” . Gerçekten de nefsi terbiye eden dostluk, yapılan iyiliği asla başa kakmaz; hatta dost uğruna hizmet eden kimse, “Bana bu iyiliği yapma fırsatını verdiğin için asıl ben sana minnettarım.” diyebilecek bir gönül olgunluğuna erişir . Böyle olunca dostlar birbirine asla yük olmaz, tam tersine birbirlerinin yükünü almada yarışır . Yani dostluğun özü, yine Wilde’ın dediği gibi, kendi rahatı yerine dostunun huzurunu düşünebilmektir.

Dostluk ilişkisi dilde ve lisânda da tezahür eder. Hakikî dost, diline mukayyet olup dostunun kalbini daraltacak söz ve tavırlardan sakınır; gönül alıcı tatlı bir lisân ile sohbet eder. “Mü’min, mü’minin aynasıdır” buyurulur; gerçek dost da bir ayna misâli kardeşinin hatasını lütufla gösterir ama asla onu rencide etmez . Herkes dostuna karşı tatlı dil kullanabilir, meth ü sena edebilir; ancak gerçek dost gerektiğinde acı da söyler, fakat bu acı söz dahi şefkat ve merhametle dile gelir . Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de hayatı boyunca yakınındakilere dâima lisân-ı mülâyim ile davranmış, “dost acı da söyler” düsturunu adeta fiilen göstermiştir . Elbette dostun iyiliği için hatasını düzeltmek gerekiyorsa, bunu uygun bir lisânla yapmak dostluğun gereğidir; zîrâ gerçek dost, dostunu hatasıyla bırakmaz, hatasında ona ışık tutar . Diğer yandan dilin bir hakkı da sır tutmaktır: Hakikî dost, kendisine emânet edilen mahrem sırları kendi canında saklar; araya mesafeler ve yıllar girse bile bunları ifşâ etmez . Dostunun gıyabında onun izzetini korur, arkasından asla incitmez. Gıybet, su-i zân gibi nefsânî dil afetlerini dostuna yakıştırmaz; bilakis başkası dostu hakkında kötü konuşursa, bunu kendi kulağı için zül addeder . İşte dilin inceliği, bazen sükût edip dinlemek, bazen de birkaç tatlı kelâm ile moral vermek şeklinde tecelli eder. Wilde’ın vurguladığı “dostun başarısına sevinme” erdemi de ancak bu nezaket ve içtenlikle mümkündür: İçi kıskançlıkla dolu olan biri tebessümle samimî bir tebrik edemez; nefsini arındırabilen ise dostunu kendi canı gibi görür, onun sevincine içtenlikle ortak olur . Gerçek dost, dostunun mutluluğunu kendi mutluluğu addeder ve bunu dile dökerken de hasbî bir zarafet gösterir. Böylece dost, gönülde hazımsızlığa yer vermeyip kendi nefsini susturarak kardeşinin sevinciyle sevinmeyi başarır ki bu, benliği aşmanın en güzel nişanesidir.

İnsânlık hâli, en samimi dostluklarda dahî zaman zaman hatalar ve gönül kırgınlıkları yaşanabilir. İşte bu noktada kalpte affedicilik ve mazur görme fazileti devreye girer. Hakikî dost, kardeşinin sürçmelerini hoş görmeyi bilir, onu tek bir yanlışıyla silip atmaz. Belki de dostun nefsine yenik düştüğü an, en fazla desteğe muhtaç olduğu andır. Nitekim bir Hak dostu (veli) kendisine “Arkadaşın yolunu şaşırdı, onu terk etmeyecek misin?” diyenlere, “Tam da şimdi, günah girdabında çırpınırken her zamankinden fazla bana ihtiyacı var” cevabını vermiştir . Gerçek dost, dostunu hatasıyla baş başa bırakmak yerine güzel öğüt ve dualarla onu yeniden doğruluğa davet eder. Affetmek ve mazur görmek, nefsi aşmanın belki de en zorlu imtihânıdır; çünkü nefis incindiğinde öfkeyle hükmetmek ister. Lâkin aşk ile dost olanlar, öfkelendiklerinde yutkunup öfkelerini yenerler; gönül alıcı bir af ile muhabbeti devam ettirirler . Kur’ân-ı Kerîm de mü’minleri “öfkesini yutanlar ve insânları affedenler” olarak över . Elbette affetmek, hatayı bütünüyle görmezden gelmek değildir; tam tersine, dostu kazanmak için yanlışı güzellikle düzeltmeye çalışmak demektir. Ancak affedicilik şu manaya gelir: Dostunun kusurunu kendi kusurun bilip ona yük olmamak, mümkünse birlikte telâfi etmeye gayret etmek . Nitekim Hz. Ali (Kerremallahu vechehû), “Kardeşinin ayıbını yetmiş özürle örtmeye çalış.” nasihatinde bulunur . Gerçekten de affetmek, karşıdaki kişiden ziyade evvela insânın kendi kalbi için rahmettir; affeden, kin zincirinden kurtulur ve dostluk bağını tamir etme şansına nâil olur . Gönüller arasında kin ve nefretin barınmaması, muhabbetin uzun ömürlü olması için şarttır.

Dostluğun zaman içindeki iniş çıkışları, vefâkârlık ve devamlılıkla aşılır. Hakikî dost, bir defa gönül verdiği kardeşini ömür boyu fiilen destekler, hatırını dâima gözetir. Vefâ, sevgide sadâkat göstermek ve fırtınalı günlerde bile kardeşinin yanında durabilmektir. Menfaat bitince çekip gitmek dostluk değil ticarettir; hâlis muhabbet menfaate değil ahirete endekslidir. Bu yüzden gerçek dostluk ölümü bile aşar, ebediyete uzanır. İmam Gazâlî, vefânın mânâsını “ölünceye dek sevgiyi sürdürmek, ölümden sonra da dostun emânetlerine sahip çıkmak” şeklinde tarif eder . Gerçek dost, dostunun ailesini ve sevdiklerini de kendi emâneti bilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunun en güzel misâlini vermiş; vefâtından sonra eşi Hz. Hatice validemizin arkadaşlarına yıllar sonra bile hürmet ve ikrâmda bulunmuştur. Hatta ona “O yaşlı kadına neden bu kadar iltifat ediyorsunuz?” diye sorulduğunda, “O, Hatice zamanında bize gelir giderdi; kadîm dosta vefâ imândandır” buyurmuş ve sadâkatin değerini vurgulamıştır . Bu, dostluk ahlâkının zirvesidir: Dostun geride bıraktıklarını –ailesini, evlatlarını, eski dostlarını– aziz bilmek, onlara kendi dostunmuşçasına gönül vermek gerekir. Hatta denilir ki, hakiki dost, dostunun düşmanına dost olmaz, dostunun buğzettiğine muhabbet beslemez. Çünkü muhabbet ve uhuvvet, bir gönülde bölünmez bir bütündür; dostunu seven, onun sevdiklerine de aynı muhabbetle bakar. Tarihimizde bunun sayısız örneği vardır: Vefât eden velî bir zatın talebeleri, “Hocamızın dostu” diyerek onun eski arkadaşlarına ömür boyu hizmet etmiş; bir şehidin geride kalan ailesine “Bu emânet artık bizim ailemizdir” diyerek kol kanat geren yiğitler yetişmiştir . Bu ulvî hasletlerin temelinde ahde vefâ yatar: Verilmiş söze ve kurulmuş gönül bağlarına sadâkat göstermek, Allâh katında makbul bir haslettir. Böyle vefâkârlık sayesinde dostluk bir insân ömrünü aşar ve nesiller boyu sürecek berekete dönüşür .

Tüm bu meziyetlerin yanında dostluğun selameti için bir ahlâk daha vardır ki o da yük olmamaktır. Samimi dost, varlığıyla karşısındakine huzur veren; yokluğunda kıymeti anlaşılan ama varlığıyla asla ağırlık yapmayan kişidir. “Muhabbeti devam ettiren, külfeti terk etmektir.” demiş büyükler; yani dostlukta yapmacık resmiyeti, lüzumsuz külfetleri terk etmek gerekir . Seven insân, sevdiğine yük değil destek olmalıdır. Gereksiz resmiyet, aşırı talepler ve sürekli alacaklı gibi davranmak dostluğu yıpratır . Hakikî dostlar birbirlerinin evinde kendilerini ev sahibi gibi hisseder; aralarında “sen-ben” kalıplarından ziyade içten bir yakınlık olur . Varlıklı olan dostundan beklentiye girmez; muhtaç durumda olan da halini elden geldiğince gizler ki kardeşini üzmesin . İki dost Allâh için muhabbet ettiğinde arada ne mevki hesabı kalır ne de çıkar endişesi . Bu yüzden böyle bir kardeşlikte en ufak bir dünyevî menfaat ilişkiye girdiğinde her iki taraf da bunu hemen hisseder ve muhabbetin safiyeti zedelenir . Onun içindir ki yük olmamak dostluğun zımnî (örtük) şartıdır. Hz. Ali (Kerremallahu vechehû) der ki: “Dostların en hayırlısı, sana yük olmayandır; seni de özür dilemek zorunda bırakmayandır.” . Gönülleri bir olan gerçek dostlar, birbirinin yanında kendini kasmaz, en doğal hâliyle bulunur. Bu rahatlık asla laubalilik değildir; tam aksine kalpten kalbe bir yakınlığın verdiği emniyettir . Her biri diğerini Allâh’ın emâneti bilir, onu incitmekten hayâ eder; ancak bu hayâ resmiyetten değil, muhabbettendir . Kısacası dostluğu yürütmek için taraflar birbirine karşı sürekli “Acaba rahatsız olur mu?” endişesi vermemelidir; sevenler birbirinin yanında sâfî ve tabiî kalabilmelidir ki aradaki yapmacık duvarlar yıkılsın, kalpler tam bir güven ile bağlansın .

Sonuç olarak, nefsi aşan dostluk insânı kemâle erdiren bir ayna gibidir . Böyle bir dostlukta, maldan cânan’a kadar verilen her hak aslında kişinin kendi nefsini terbiye etmesinin bir yoludur . Dünyevî çıkarlardan sıyrılmış hâlis bir muhabbet, kişiyi dünyaya geliş gayesine yaklaştırır: Allâh için sevmek ve Allâh için buğzetmek… . Dostluk bağları Allâh rızâsı üzerine kurulduğunda o bağ ne ölümle kopar ne menfaatle çözülür; zîrâ her dostluk hakkının özünde ilâhî rızâ hissi yatar . Böyle bir muhabbet sâyesinde kul, Rabbine yakınlaşma fırsatı bulur; çünkü Allâh için birini sevmek, O’nun sıfatlarından birine tutunmak gibidir . Cenâb-ı Hak da kudsî bir hadiste “Benim rızâm için birbirini sevenlere, bir araya gelenlere, birbirini ziyaret edenlere ve birbirine ikrâm edenlere sevgim vâcip olmuştur” buyurarak böyle dostlukların kendi nezdindeki değerini bildirmiştir . Yunus Emre ne güzel söyler: “Yaratılanı hoş gör, Yaratan’dan ötürü.” Gerçek dostluk da dostu kusuruyla hoş görmek, Yaratandan ötürü sevmektir . Artık orada ne nefis kalır ne hesap… Dostluk ufku öyle bir makama çıkar ki seven, sevdiğinde Dost-u Ebedî’nin (Ebedî Dost’un) bir tecellisini görmeye başlar. Gönül gözü açılan bir eren, “Dostta dahi Dost-u Mutlak’ı görmek” sırrına erer . Hakikatte bütün sevgi ve dostlukların varacağı menzil, el-Vedûd (Mutlak Seven) olan Allâh’tır. Fânî dostun yüzünde Bâkî Dost’un cemâlini temâşâ edebilen kişi, dostluk imtihânını geçip aşk meydanında vuslata yaklaşmıştır . Böylece kendini düşünmeyi bırakıp dostunu Allâh için seven kimse, en sonunda Gerçek Dost’a (Hakk’a) ulaştıran bir yola koyulmuş demektir. Kişi dostunu severken onda Sevgi’nin Sahibini bulur. İşte dostluğun hakikatindeki en derûnî mânâ budur: Dosta muhabbet içinde dahi Dost-u Mutlak’ı bulup sevmek…

KZ

31 Ağustos 2025 Pazar

İstikâmet - Rotasyon

 فَهٰذِهِ أَسْرَارٌ مَنْ ٱسْتَنْشَقَ مَبَادِئَ رَوَائِحِهَا عَلِمَ أَنَّ لُزُومَ ٱلتَّوْبَةِ ٱلنَّصُوحِ مُلَازِمٌ لِلْعَبْدِ ٱلسَّالِكِ فِي طَرِيقِ ٱللَّهِ تَعَالَى فِي كُلِّ نَفَسٍ مِنْ أَنْفَاسِهِ وَلَوْ عُمِّرَ عُمْرَ نُوحٍ، وَأَنَّ ذٰلِكَ وَاجِبٌ عَلَى ٱلْفَوْرِ مِنْ غَيْرِ مُهْلَةٍ

İşte bunlar öyle sırlardır ki, onların kokusunu daha başlangıçta içine çeken sâlik kul, isterse Nûh’un ömrü kadar uzun yaşasın, Allâh Teâlâ’nın yolunda her nefeste tevbe-i nasûhaya (samîmî tevbeye) sarılmanın zarûrî olduğunu bilir. Ve yine derhal, hiç gecikmeden, vakit kaybetmeden, tevbe etmenin muhakkak farz olduğunu bilir. 


Sırlar ve Rayihalar - Kalbin Rotasyonu:

Sırlardan maksat, kalpte açılan ilâhî idrak ve keşiflerdir. Bu rayiha bir kere hissedildi mi kul derhâl fark eder ki tevbe, ömür boyu bir defalık bir amel değil, her nefeste yenilenmesi lâzım gelen bir hâl-i pürmelâldir. Tevbe, dilin kuru kuruya bir tekrarı değildir; kalbin hakikate yönelişi, her solukta yeniden açılan bir kapıdır. Her nefeste kul ya gaflete düşer ya da zikre erişir; işte tevbe bu iki hâlin arasında bir tasfiye, bir temizlik, bir nefes köprüsüdür.

Bu hâl, rotasyon misali bir dönüşü hatırlatır. Rotasyon, belli bir merkez etrafında kesintisiz deverandır. Kul gafletle Hakk’tan uzaklaşır, sonra tevbe ile o merkeze, Rabbine rücû eder. Bu, sıradan bir dönüş değil, sonsuzluk merkezine, ezelî menşeine doğru yapılan bir rücûdur. Felekler nasıl kendi yörüngesinde dönerek vazifesini icra ederse, insan da tevbe ile ruhî yörüngesine oturur. Her dönüşte sapma murâkebe edilir, rota yeniden tayin edilir. Tevbe, sâlikin kalbinde Hakk’a dönüşün ezelî ritmidir.

ولو عُمِّرَ عمر نوحٍ” yani “isterse Nûh’un ömrü kadar uzun yaşasın” kaydı, ömrün uzunluğuna işaretle tevbenin zarûretini inkâr etmemenin lüzumunu bildirir. Zira Nûh’un bin senelik ömrü bile tevbenin her nefeste yenilenmesi hakikatini ortadan kaldırmaz. Çünkü her nefes yeni bir imtihandır ve her imtihan yeni bir dönüşü gerektirir.

Metnin nihayetinde yer alan “وأن ذلك واجب على الفور” “ Ve yine derhal, hiç gecikmeden, vakit kaybetmeden, tevbe etmenin muhakkak farz olduğunu bilir.”, ifadesi, bu hakikatin ertelenemez olduğunu ilan eder. Tevbe, yarına bırakılacak bir iş değildir; her günah anında, hattâ günahsız bir hâlde dahi, derhâl ve bekletilmeksizin icra olunması gereken bir farzdır. Gazâlî Hazretleri’nin İhyâ’sında beyan ettiği gibi, günahı geciktirmeden terk etmek farzdır; tevbe de aynı minval üzere vakitsiz, sür’atle yerine getirilmelidir.

Kur’ân-ı Kerîm de bu mânâyı açıkça emreder:

وَتُوبُوا اِلَى اللّٰهِ جَمِيعًا اَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey müminler! Hep birlikte Allah’a tevbe edin ki felâha eresiniz.” (Nur, 31)

Bu âyet, tevbenin sürekliliğini, topluca ve derhal yapılmasının ehemmiyetini ihtar eder.

Neticede tevbe, hakikatin çiçeği gibidir: her nefeste açar, fakat her nefeste yeniden sulanması gerekir. Bir nefes gafletle boş kalırsa, o nefes karanlık bir rayiha taşır. Tevbe ise her nefesi nurlu kılar, kalbi saflaştırır, ruhu Hakk’a yaklaştırır. Sâlik, her nefeste bu çiçeği yeniden koklamaya muhtaçtır.

Ve bilinmelidir ki marifetullah ufuk çizgisi gibidir; kişi yürüdükçe o çizgi ilerler, durdukça uzaklaşır. Sâlik, bu çizgiye kavuşmak için her nefeste tevbe ile yola revan olmalı, ufukta görünen ışığa doğru seyrini mütemadiyen sürdürmelidir.

Fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh,
Sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın?

Yeniler her âh ile Ken’ân-ı ahd-i elesti,
Âhım acaba nefha-yı hâbîde mi sandın?

Ken’an Rifâî
Nutk-u Şerîf


KZ

26 Ağustos 2025 Salı

Menfaat Aşkı Parçalar



Menfaat aşkı parçalar; lâkin aşka meftun öyle bir kahraman vardır ki adı İhsan’dır, o da menfaati tek darbede katleder.


Menfaat, aşkın safiyetini zedeleyen; gönül sahrasına kara gölgeler düşüren bir puttur. Zira menfaatin girdabına kapılan, aşkı değil kendi çıkarını besler. Lâkin aşk, kendi hakikatinde müstağnîdir; “lâ şerîke leh” misali bir tektir. Aşka meftun olan kahramanın adı, hakikaten ihsandır.


İhsan, sadece insana değil, varlığa da vefa gösterir. Nitekim Resûl-i Ekrem Hazretleri (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur:


“اَلإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ”


İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” (Buhârî, Îmân, 37)


İşte bu ihsan hâli, menfaati tek darbede yere serer. Çünkü menfaat nefse bağlıdır, ihsan ise Hakk’a. Nefis menfaatle bağlanır; gönül ise ihsanla hürleşir. Çünkü ihsan eden, karşılık beklemez; “sağ elinin verdiğini sol el bilmez.”


İmam Gazâlî Hazretleri dahi der ki:

“İhsan, kalbin cömertliğiyle kulun Hak katındaki kıymetini gösterir. Menfaatin izleri silinir; yalnızca rıza kalır.”

KZ

20 Ağustos 2025 Çarşamba

Kadim Terbiye ile Modern Çocuk Eğitiminin Farkı: Gazâlî’nin İkazı

 


Kadim Terbiye ile Modern Çocuk Eğitiminin Farkı: Gazâlî’nin İkazı

İmam-ı Gazâlî Hazretleri, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn adlı eserinde insanın gelişim seyrini anlatırken şu hakikati dile getirir:

“Şehvetler, akıl kemâle ermeden evvel, çocukluk ve gençlikte kemâle ulaşırsa, şeytanın askerleri öne geçip mevziyi zabteder. Kalp de tabiatın adetiyle bu şehvetlere mutlaka ünsiyet ve ülfet peyda eder. Neticede şehvetler kalbe galebe çalar ve onlardan sıyrılmak kişiye pek müşkül gelir.”

Bu söz, aslında insan terbiyesinin en mühim noktasını işaret eder. Çünkü çocukluk ve gençlik, aklın henüz kemale ermediği, ama şehvetlerin bütün ihtişamıyla kuvvet bulduğu dönemdir. Bu devrede alınan ahlak, benimsenen alışkanlık ve işlenen huylar, kalpte kök salar; kişi ömrü boyunca onlarla yaşar.

Kadim Kültürde Çocuk Terbiyesi

Kadim irfanımızda çocuk terbiyesi, sadece bilgi öğretmek değil; nefis terbiyesi ve kalp eğitimi üzerine kurulmuştur. Çocuğa küçük yaşta sabır, edep ve sınır bilinci aşılanır; arzularının dizginlenmesi öğretilirdi. Bu, çocuğun fıtratını köreltmek değil, bilakis onu korumaktı. Zira ham bir fidan nasıl budanmazsa vahşî bir orman ağacına dönüşürse, şehvetleri dizginlenmeyen bir çocuk da kalbinin selametini kaybederdi.

Osmanlı mekteplerinde talimle birlikte terbiye kavramı hep ön plandaydı. Çocuğa yalnızca “bilgi” verilmez; dua, zikir, edepli oturup kalkma, merhamet ve hürmet öğretilirdi. İlmihal bilgisi, ahlakla birlikte verilirdi. Çünkü biliyorlardı ki sadece aklı beslemek, kalbi aç bırakmaktır.

Muasır Zihniyetin Çıkmazı

Bugün ise çocuk terbiyesi, “özgürlük” adı altında şehvetlerin önünü açmakla eşdeğer görülüyor. Modern pedagojinin sıkça tekrarladığı “çocuğun kişisel gelişimi” ifadesi, çoğu zaman nefis gelişimiyle karışıyor. Çocuğun her arzusuna kapı açmak, onu hür kılmak değil; şehvetin kölesi yapmaktır.

Nitekim Gazâlî’nin asırlar öncesinden yaptığı ikaz, bugün bütün çıplaklığıyla karşımızdadır. Akıl olgunlaşmadan şehvet serbest bırakıldığında, kalp o alışkanlıklarla ünsiyet peyda eder ve onları bırakmak son derece müşkül olur. Bugün toplumların yaşadığı pek çok ahlaki bunalımın arkasında da bu hakikat vardır.

Hakiki Özgürlük Kalbin Hürriyetidir

Kadim terbiyenin öğrettiği şey, çocuğun iradesini eğitmekti. Nefsi gemlemeyi öğrenmeyen kişi, zahirde özgür olsa da batında köledir. Gerçek hürriyet, kalbin şehvetlerin esaretinden kurtulmasıyla başlar.

Gazâlî’nin işaret ettiği sırat-ı müstakîm de tam burada devreye girer: akıl, gazap ve şehvet kuvvelerini itidal üzere tutmak. İşte kadim terbiyenin hedefi bu idi: dengeli insan, yani Hazret-i İnsan.

KZ