27 Aralık 2011 Salı

Büyük Perde, İnsan!


Âşık ibadetinde öyle bir noktaya varır ki devamlı surette Rabb'ıyla mülakatta olur. Alasalatihimdaimun makamıdır bu, âşık her nereye yüzünü çevirse Rabb'inin vechini/yüzünü orada görür. Artık bakışı keskinleşmiştir. Allah ile bakar Allah ile duyar olmuştur. Böylece Allah'ın işittiği kulağı, gördüğü gözü olmanın künhüne vakıf olur. Bu nedenle âlem âşıkın görünümüyle sübut bulmuştur. Allah, âleme bu nevi kulların gözüyle bakar. Bu özel münasebetten ötürü âlem helak olmaz varlığını devam ettirir. Şayet Cenab-ı Hakk Teala Hazretleri kendi vechi/yüzü ve gözüyle bu âleme baksaydı âlem bir anda yanar kül olurdu. İşte bundan dolayı Allah âleme, kendi suretinde yaratmış olduğu insan-ı kâmilin (halife’nin) gözüyle bakar.
Yakıcı yüceliklerle âlem arasındaki perde işte budur, yani insan-ı kâmil hicab-ı kibriyadır. Bu yüce bir farkındalıktır, kemâlâttır. Bu farkındalığa varana kâmil insan denir. Arapça da insan kelimesinin türetildiği kelime (Ânese) dir. Farkına varmak anlamına gelir ki bu kök kelimeden türetilerek farkına varan anlamına gelen “insan” kelimesine ulaşılır. İnsan yücelerin yücesinde olanı fark edebilecek ve onunla ünsiyet kurabilecek varlık olduğundan bu ismi almıştır. İşte bu farkındalığa ulaştığında da kemâlâtın zirvesinde olur ve Hakk'ın tezahürü gerçekleşir. Subhan, "halife" olandan âleme nazar eder. Tüm kâinat da Subhan'a secde eder. Secde emrini tutmayanlar ise tard olan yani kovulan şeytan olur.

KZ

15 Aralık 2011 Perşembe

Bu Gece


Bu alemde tek gerçek olan aşıktır, yaşadığı aşk sayesinde.Maşuka gelince hakkında fikri yoktur aşık olanın. Sadece onun aşkıyla öylesine meşguldür ki, yanmaktan ona bakacak vakti bile yoktur. Zaten maşuk razıdır bu halden. Yoksa atmazdı aşığının kalbine ateşini. Çünkü bu hal aşığı maşukuna yakar bitirir ve fena bulur nihayetinde. 


Bu Gece
Damla derya olmuştur aslına dönüşünde. 
Dönüşen damla artık yokluk aleminde. 
Varlığını feda etmiştir beka alemine
Varlık sevdasını yitirmiştir son deminde

Ey sevgili bak, bana neler söylettin, dem bu gece
Ten postundan öte görmeyi nasip ettin bu fakire. 
Yanan ben sandıydım gördün mü bak canım içre.
Meğer bir yakan varmış gördüm canımı candan içre. 

Ah dostlar gafletler yağar benlik derdine düşene. 
Aşkta erimeyip, firar edip kendi derdine düşene. 
Bulamaz kendinde olmayan, bir sevgili düşünene
Acizdir, feda edemez kişi, kendini düşünene.

Ya akla saplanır ya gazaba ya yılmayan şehvete
Bulamaz biaşk asıl maksadını bin yıl geçsede
Ah, ey gönül harap ol hemen yek nefeste
Ya nasıl bakarsın göremeyen gözlerle. 

Eğlensin nefsim burada bunca görünenle
Görünmeyen hesap sorar son gördüğünde. 
'Eyvahlar olsun' kar etmez ki son nefeste
Sorar can-ı canan 'Ben senleydim sen kimle?'

'Öldürüp öldürüp diriltirim istemesen de'
'Feryadı terket, Hakk teslimim sana'de
'Karanlık ile aydınlığı tek bir ettim sana' de
'Lutf-u kahrını, kahr-ı lutfun ile bir ettim'de

'Oh, elhamdulillah, öldüm ve dirildim' de bu gece
'Sıyrıldım sefadan razıyım cefaya' de bu gece
Görünmezliğin esrar-ı ufkundayım bu gece
Bela, razıyım cefanla sefan musavi oldu bu gece.

KZ

6 Kasım 2011 Pazar

Put

Zilluhu sücud
Asluhu mescud
Ol tahtı vücud
Beytuhu mevcud

Alemi şuhud
Kendinden ubud
Çün hevesi put
Bel edal yahut

Süresi El-Hûd
Okur hep umut
Ahkamı unut
Hakikati tut

Sinesinde put
Aşka der çaput
Merkezi Uhut
İbretini tut

Sözü boş nutuk
Aklı bin turuk
Yazar hep fusuk
Özünü yek tut

Nefesi bozuk 
Mezahiri yut
Kalbi der na hut
Nefsini hep tut

Dili der Mahmut
Özü der angut
Şeytana merbut
Nefesini tut

KZ

18 Ekim 2011 Salı

Nokta

Nur-u beyza ol nokta-i suğradır
Nur-u sevda ol nokta-i kübradır
KZ

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Gaye

Siret,suret meselesi
Sevdiğim Hakk emsilesi

Ol Ahlak-ı Ahmediyesi
Alıp kalp pür nur edilesi

Zikre daim halakası
İnci, mercan cevheresi

Gönlü hoş edilesi
Muhammed Mustafa'sı

Lütfu, kahrı iradesi
Takdir-i ilahi idaresi

Hoşça kabul edilesi
Rıza-i bali kaderesi

Tut daim ahvalin seceresi
Çün Şebekey-i Muhammediyesi

Başla her işe, an besmelesi
Hamdelesi, Salvelesi, işin gayesi
KZ

7 Haziran 2011 Salı

Ölüm

Ölüm anı bir ibret-i temaşadır.
Ol canı anda mazhar-ı perişandır. 

Aşık'a  hoşca lezzeti şadandır. 
Biaşka dehşet-i kıyameti ayandır. 

Meftun-u can'a  yevm-i hasrettir. 
Müştak-ı canana vuslat-ı şahanedir.
KZ

26 Mayıs 2011 Perşembe

Tevhid-i İlahi

Ey nefsim nedir tevhid-i ilahi
Ol Can'da bir tatmin-i ittifaki

Şol anda gelen emr-i ilahi
Ey Tatmin olan Rabb'ine irci
KZ

19 Mayıs 2011 Perşembe

Nefsime Söz


Sen koyarken ortaya kendini 
Ben koyarım yokluğa benliğimi

Sen varlıkta sanırsın kendini
Ben yokluk denizinin bendeni

Sen sanırsın kadını nefsi
Ben bilirim ondaki nefesi

Sen seversin kendi kendini
Ben severim bendeki seni
KZ

13 Nisan 2011 Çarşamba

Kasıt



Varlığını bilmektir bilmeden kasıt 
Yoksa Zat'ını bilmek değildir,sözden kasıt 

İsmi,cismi yoktur, andan kasıt
Tekdir,tekliği sever aşktan kasıt

Gerçeğe can verene denir aşık
Aşık aslında maşuktur anlayana kasıt

Devreder alem varlığa, yokluktan kasıt
Yokun yokluğudur vel hasıl bilene kasıt
KZ

2 Nisan 2011 Cumartesi

Tarif, Arif


Aşk dolmasa şol cana, Aşık olmazdı,
Aşık olmasa ol can, hayat bulmazdı.

İzhar olmasa şol cana, mazhar olmazdı,
Mazhar olmasa ol can, zuhurat bulmazdı.

Mürşid olmasa şol cana, yol bulmazdı,
Yol bulmasa ol can, irşad olmazdı.

Tarif olmasa şol cana, arif olmazdı,
Arif olmasa ol can, ma'ruf olmazdı.

KZ

31 Mart 2011 Perşembe

Bilinmek İstedim

Bilinmek İstedim...

“Bilinmek istedim…” Bilinmek; bilmek sözcüğünün edilgen halidir. Eş anlamı; anlaşılmak, öğrenilmektir. Bilinmeyenin yani meçhulün bilinmezliği cehalettir. Bilindik ise malumdur, bilinendir. Buraya kadar Türkçe düşündük ve yorumladık. Hâlbuki bu söz Peygamber Muhammed Mustafa’nın ağzından çıkan bir “Hadis-i Kutsi”dir. Arapça orijinal metninde “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.” bilinmek olarak tercüme edilen kelime aslındaع-Ayın”, “ر -Ra, “ف- Fe” harflerinden oluşan “عرف -Arife”dir ve hadisteki okunuşu ise “U’rafe” olan kelimedir ki, bu sadece bilinmek olarak tercüme edilemez.

İrfan kelimesi bilme, anlama ve tanıma olarak Türkçemize geçmiştir. Arif, maruf, irfan ve ma’rifet kelimeleri bu asıldan gelir. Kök harfleri “Ayın”, “Lam”, “Mim” olan “Alime, ilm” ise bilmektir. Burada “İlim” yerine irfan kökünden gelen “U’rafe” kullanılması çok anlamlıdır. Çünkü “ilim”de tam anlamıyla kavramak, kuşatmak, tüm detaylarına hâkim olmak anlamı varken “İrfan” kelimesinde bu anlam yoktur. O yüzdendir ki Allah’ın 99 isminden biri “Alîm” iken irfan sahibi anlamına gelen Arif ismi Allah için kullanılmamıştır. Çünkü asıl olarak irfanın bidayetinde cehl yani cehalet vardır ve bu cehaletten kurtulmak için de bir terakkiye ihtiyaç vardır. Yani bir tarife göre; arif olmak söz konusudur. “Arife tarif gerekmez” sözü “arif olduktan sonra ona bir şey anlatmaya gerek yoktur” demektir. Arif ancak bir tarif sonucu arif olmuştur. Onun için:

Tarif olmasa bir cana, arif olmazdı,

Arif olmasa bir can, ma’ruf olmazdı.


denir.

Buraya kadar anlatmak istediğim; bir taraf karanlığı, cehaleti yani meçhulü gösterirken diğer taraf aydınlığı, bilmeyi, yani marufu gösterir. İşte bu noktada durup baktığımızda, bizi hedefe ulaştıracak bir tarife ihtiyacımız olduğunu görürüz. Aslında tarif ortadadır. Hatta o tarifin içindeyiz. Tarif evrenin bizatihi kendisidir. Kişi, evrene bakarak kendinden kendine yapacağı bu yolculuğu gerçekleştirmelidir. O yüzden bu kâinat yaratıldı ve biz buraya gönderildik. Kendimizi bilmemiz için bu kevn ve fesad(yap-boz) âlemine geldik. Bu âlemin sebep sonuç ilişkileri ile donatılmış hatta bu düzeneğe göre yaratılmış olmasının muhakkak bir sebebi olmalıydı. Tanrı bu âlemi tarif edilemeyecek bir şekilde yaratmaya kadirdi. Ancak o zaman biz, farkına varamaz, idrak edemez, göremez-bilemezdik. Hâlbuki bizden istenilen bakmak değil görmekti. Görmek demek parçanın bütündeki yerini, önemini ve özelliğini fark etmek demektir. Bilmek demek en ufak parçanın bütüne nasıl bağlandığını kavramak demektir. Bütün(küll), parçaların(cüz) tesadüfen veya rast gele bir araya gelmesiyle oluşan bir yapı değildir. Amaç, bütünle parça arasındaki ilişkiyi araştırmaktır, var olan estetiği, simetriyi, ahengi yakalamaktır. İşte modern bilim bunu gözler önüne sermeye çalışırken tasavvuf ehlide evreni bilmenin ne anlama geldiğini şu veciz ifadeyle anlatmıştır “Her kim kendini bildi-tanıdı, muhakkak o rabbini bildi-tanıdı.” Yani tarifi okuyarak evreni tanırken esasında kendimizi tanımaktayız. Kendimi tanıdığımız zaman da Yaratıcımızı tanımış oluyoruz.

Konuyu toparlayarak “Tarif bilim insanlarının evren ve yaratılış hakkındaki itiraflarıdır.” diyebiliriz. Şimdi de “tarif”ten “itirafa” geçtim. İşin ilginci ikisi de aynı kök olan “arife”den geliyor. Sanırım konu bir hayli uzun olacak. Olsun yine de yazma gayretindeyim. Gecenin bir vakti teleskopumla uzaya uzun uzun baktıktan sona tekrar bilgisayarın önüne gelip “Şimdi nerede kalmıştım?”diye kendi kendime sormayı çok seviyorum. Evet neredeydik? İtirafta kalmıştık. Yalnız itirafa geçmeden önce bir ayet zikretmek istiyorum. Çünkü bu itirafları bağlamak istediğim bir hakikat var -nasıl da kelimeler yerli yerini buluyor. Buluyor; çünkü söz manaya tabidir. Bunu niçin söyledim biraz sonra aktaracağım ayette geçen “Hakk-Hakikat” kelimesine dikkat ediniz, vurgulamamın sebebi var.

“Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şüphesiz inananlar için bunda deliller vardır.”[1] Evet, şimdi bilim insanlarının itirafları deliller oluyor. Peki, “hak olarak yaratma” ne oluyor? Hassas dengeler oluyor. Yani bilimcilerin itiraf ettikleri gerçekler, itiraf edilenler oluyor. Bu hassas dengeler çok önemlidir. Bilim camiasında evren sabiteleri olarak anılırlar ve hepsi irrasyonel sayılardır. Kendi içinde bir döngüsü olmayan, asla tekrar etmeyen, sonsuza kadar giden sayılardır. Bunların irrasyonel sayı olmaları bile yeterince anlamlı ancak bundan, başka bir yazı konusu oluşturmak istediğimden burada sadece teğet geçiyorum.

Lügatte “Hak” kelimesi gerçek, doğru anlamına geldiği gibi; hakkaniyet, hukuk, adalet, mizan, ölçü, ahenk ve uyum anlamlarına da gelmektedir. Şimdi neden “hak olarak yaratma” ifadesinin üzerinde durduğumu anladınız sanırım. Sıra geldi bilim insanlarının bu ahengi, bu ölçüyü bu mükemmeliyeti itiraf edişlerine. Hepsini burada anıp sizi sıkmayacağım sadece önemli bulduğum bir kaçını paylaşmamın yeterli olacağı kanısındayım.

Sir unvanı ile anılan kozmolog Martin Rees “Bir helyum atomunun çekirdeği, kendisini oluşturan 2 proton ve 2 nötrondan meydana geliyor. Çekirdeğin kütlesi, bu ikisinin %99, 3’ü kadar. Geriye kalan %0, 7’si ise ısı şeklinde dışarıya salınıyor. Helyum, yıldızların sıcak merkezinde muazzam sıcaklık ve basıncın tetiklediği termonükleer tepkimelerle birleşen hidrojen çekirdeklerince oluşturuluyor. Yani hidrojen atomları birleştiklerinde kütlelerinin 0.007’sini enerjiye dönüştürüyor. Bu sayı bir atom çekirdeği içindeki parçacıkları, birbirine yapıştıran kuvvetin (güçlü çekirdek kuvveti) bir türevidir. Peki, bu niye bu kadar önemli? Bu sayı birazcık daha küçük, örneğin 0.006 olsaydı, bir nötron protona (hidrojen çekirdeği)bağlanamaz ve evren yalnızca hidrojenden oluşurdu. Anlamı: Ne kimya dediğimiz süreç, ne de yaşamın varlığı oluşurdu. Tersine 0.008 olsaydı, bu kez büyük patlamada muazzam ölçülerde üretilen hidrojenden tek bir atom bile geriye kalmazdı. Yine sonuç: ne güneş sistemi ne de yaşam oluşurdu.” demiştir. Martin Rees:

“Atomları dağılmaktan kurtaran kuvvet, artı yüklü çekirdekle eksi yüklü elektronların birbirini etkiledikleri elektromanyetik kuvvettir. Hepimizin yakından bildiği bir de Newton’un o ünlü kütle çekim kuvveti var. Yalnız Newton’un çekim yasası, elektromanyetik kuvvetin yanında son derece küçük. Eğer kütle çekimine örnek olarak ‘1’ dersek, atomu bir arada tutan kuvvet bundan tam olarak ‘1039’ kat daha fazla. Eğer bu oran, şimdikinden biraz daha küçük olsaydı, minicik bir evren ortaya çıkardı.” [2] Dedikten sonra Stephen Hawking bu sonuca şunları eklemektedir. “Eğer elektronun yükü, az bir farkla başka bir değerde olsaydı, yıldızlar, hidrojeni yakıt olarak kullanamaz ve sonuçta ışıldayamazdı. Böyle bir durumda patlayarak ölüme giden yıldızlardan arta kalan demir, fosfor gibi hayat için gerekli olan ağır elementleri de üretilemezdi. Sonuçta hayat gerçekleşmezdi. Doğadaki bu sabitelerin çok dar bir aralık içinde bulunması, canlılığın oluşmasında temel şarttır. Yüksek bir imkânsızlık halinde hayatın yaratılması belki de çok akıllı olan Tanrı’nın mükemmel bir ayarlamasıdır.“[3]

Evrende olan bunca fenomeni görüp de hayret etmemek elde değildir. Bu hayret bizi bu âlemde mümkün kılan en özel durumumuzdur. Hayretin olduğu yerde merak ve soru hemen yerini almaktadır. Merak ve soru ise hayatımızı daha anlaşılır kılmaktadır. Çünkü sorguladığımız kavramlar bizim niteliğimizi belirler. Nitelendirerek, etrafımızı anlamlandırma çabamız bizi de manalandırmaktadır. Zaten bu olayları takip eden kişiler kutsal kitaplarda övülmektedirler. Nitekim Kur’an da bu övgü şöyledir:

“Onlar ayakta, otururken ve yanları üzerine yatarlarken Allah’ı hatırlarlar(anarlar), göklerin ve yerin yaratılışı hakkında fikir yürütürler. Sonra da ‘Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın’.” (Ayette “boşuna” olarak anlam verilen ‘batılen’ kelimesi geçmektedir. Bu kelime: saçma sapan bir halde, başına buyruk anlamlarını da içermektedir.) “ ’Seni tüm noksanlıklardan tenzih(beri) ederiz. Bizi ateşin azabından koru’ derler. ” [4]

Bu kişiler uzay fenomenleri içinde kendilerine ateşin, yani bir gök felaketinin isabet etme ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunun farkındadırlar. Bu sebepten Rablerine sığınarak ateşin onlara zarar vermemesini niyaz etmektedirler. Ayrıca bu insanların binlerce sene önce gelmelerine rağmen bunca detayı biliyor olmaları da çok ilginçtir. Dikkatinizi çektiyse ayetin başında bu nevi insanların tasvirleri yapılmıştır. Ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarak devamlı surette Rableriyle birlikte olabilen kişiler olarak övülmektedirler. Burada Mevlana’ya sorulan bir soru aklıma geldi. Yüce şahsiyete “Namaz ne zaman başlar?” diye sormuşlar. O da “Selam verdikten sonra” demiştir. Her dem yaratanı düşünmek bu olsa gerek, yani selam verdikten sonra başlayan ve devam eden hiç bitmeyen bir namaz; “hayat namazı”. “Onlar namazlarında süreklidirler”[5] ayetinden murat buna işarettir. Ve bu insanlar her dem Hakkı anarlarken, O’nunla hasbi hal içindeyken evreni ve yaratılışı üzerine de fikir yürütüyorlarmış. İşte bu hal; Hakk’la olmak, Hakk’lı olmak, Hakk olarak bakmak demek oluyor. Bu bakışla bakıldığında koca kâinat kavranabilecek bir hal alıyor. Nitekim evren bilimcilerine göre evren, bilinmek istemiş. Bakınız ünlü fizikçi Freeman Dyson ne demiş: “Eğer evreni dikkatle incelersek, fizik ve astronominin beraberce, sanki bizim dünyaya gelişimizi biliyorlarmışçasına mükemmel bir ahenkle, bizim için çalıştıklarını hayretle anlarız.“[6] Güzel demiş.

İsterseniz bilim insanlarının itiraflarına biraz daha devam edelim. Nobel ödüllü kozmolog Steven Weinberg eserinde evrenin niçin böyle olduğu sorusuna şu cevabı vermiştir. “Böyle olması gerektiği için böyle oldu. Aksi halde, evrende bu soruyu soracak hiç kimse olamazdı”[7] demiştir. Her konuda ihtilafa düşen bilim insanları bu konuda sözleşmiş gibi konuşurlar. Bakın şimdi sizlere “Tanrı ve Bilim” kitabının sahibi Fransızların ünlü düşünürü ve bilimcisi Jean Guitton’dan bir alıntı yapacağım. “Evren, düzenli bir maddenin, sonra yaşamın, en sonunda da bilincin ortaya çıkmasını sağlamak için titizlikle ayarlanmış gibi görünüyor. Aksi halde gök fizikçisi Hubert Reeves’in dediği gibi ‘Bunlardan söz etmek için şimdi burada bulunamazdık’ dahası var: Evrensel büyük değişmezlerin biri-örneğin yerçekimi sabiti, ışık hızı ya da Planck değişmezi- başlangıçta, en ufak bir değişime uğrasaydı, evrenin canlı ve zeki varlıklar barındırmak için hiçbir şansı bulunmaz, hatta belki de evrenin kendisi ortaya çıkmazdı. Bu şaşırtıcı ayarlama rastlantı eseri midir? Yoksa bir ilk nedenin iradesinden, bizim gerçekliğimizi aşan bir düzenleyici akıldan mı doğmuştur.”[8]der. İşte bu irade Kur’an’da şu şekilde ifade edilmektedir: “Onun emri bir şeyi irade ettiğinde o şeye sadece ‘Ol’ der, o da oluverir.“[9]

Fransız bilimciden çok seneler sonra Stephen Hawking daha kesin bir ifadeyle “Evren Big Bang denilen yaratılış anından beri kritik bir hızla genişliyor. Büyük patlamadan bir saniye sonra, evrenin genişleme hızı, yalnızca yüz bin milyon kere milyonda bir oranından az olsaydı bile, evren daha bugünkü büyüklüğüne erişemeden çökmüş olurdu…”diyor ve devamla “Evren niçin gördüğümüz gibi özelliklere sahip? Başka türlü olsaydı, biz burada olamazdık.”[10]diyerek son noktayı koyuyor.

Tüm bu anlattıklarımdan kasıt: kendimizden kendimize yapmamız gereken yolculuğu gerçekleştirirken evrene bakıp ondan azami faydayı nasıl sağlayabilirimi bulmaktır. Evren ve âlem aynı anlamda kullanılan kelimelerdir. Evren Türkçe, Âlem Arapçadır. Anlamı: bayrak, sancak, nişan alamet anlamına gelmektedir ki bu perspektiften bakıldığında alametler yani nişanlar bize gerçeği tarif etmektedir. İşte meramım bu tarifi okuyabildiğimiz kadar doğru okuyabilmektir. Zaten insanlık bir gün bu hakikatleri tam anlamıyla okuyabilecek ve tarifi görebilecektir[11]. Bilimciler de evreni anlatarak esasen kendimizi bize tarif etmeye çalışırlar. Yeri gelmişken bir yol ehlinin şiirini sizlerle paylaşayım.

Kâinata bir bak âdem çün oldu

Âdemsiz âlemler kâinat olmaz,

Bu âdem, âleme, Âlem âdeme

Oldular ayine bakansız olmaz

Evet, bizim burada olmamız gerek. Bu evrende, tam da ait olduğumuz bu yerde. Evrenin harikuladeliğine şahit olmamız lazım. Çünkü evrenin bir amacı var ve o bu amacı gerçekleştirmek için kurgulanmış. Bize düşen o tarifi okuyabilmek için gözlemlemek. Böylece evrenin amacı gerçekleşecek, matlup olan biz insanın kâinata müjdesi verilmiş olacak. Zaten kâinata beşeriyetin gelmesinin anlamı bu değil midir?

Beşer kelimesi Arapçadaki “Büşra” kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Büşra da müjde anlamındadır. İki kelimenin de aynı kök kelimeden gelmesi çok manidardır. İnsan olmadan önceki ilk durağın beşeriyet olarak isimlendirilmesinin amacı budur. Bu hal bizim diğer canlılarla aşağı yukarı aynı biyolojik kaderi paylaştığımızı göstermektedir. Ancak beşerin büyük bir sorumluluğu vardır ki o da yüce yaratıcıyı tariflere bakarak tanımaktır.

İnsan tarifleri iyi anlayıp yorumladıktan sonra evrenle ünsiyet(kaynaşarak) kurarak Rabbini tanımaya başlayacaktır. Bu yüzden Hz.Muhammed “Rabbim, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster.” diye dua etmiştir. Evreni ne kadar tanıyabilirsek kendimizi de o kadar kavrayabiliriz. Bundan dolayı yol ehli “Beşeriyet, kâinata insanın müjdesidir.“ demiştir. İşin ilginci insan kelimesinin anlamının ünsiyet olduğu görüşünde olanlar vardır. Tüm kâinatın insanoğluna musahhar(amade) kılınmasının nedeni; insanın evrenle ve Rabbiyle gerçek anlamda ünsiyet kurabilecek yegâne varlık olmasıdır. Bu ünsiyetin amacı da O’nu tanıması ve bilmesidir. Yeter ki bilinsin. O yüce yaratıcı bilinsin.

Bu noktadan yola çıkarak, kâinata bu denli zeki, anlayışı güçlü, onu idrak edebilecek nitelikte bir varlık olan insanın gelmesi kesinlikle kutsal bir kurgudur. Her kurguda takdir edilen bir plan vardır. Nitekim Prof.Ted Harrison bu plan hakkında “Evrende Big Bang’in iki binde bir saniyesi içinde bütün bir kozmik tarih belirlenmiştir.”der. Yani her şey bir plan dairesinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmeye devam etmektedir. Şimdi de kurgunun büyüklüğünden bahsetmek istiyorum. Kozmos kitabının yazarı ünlü Carl Sagan şunları söyler “Evren içinde evren bulunması, aşağı doğru bir hiyerarşi oluşturduğu gibi, yukarı doğru da oluşturur. Bu hiyerarşi sonsuza kadar gidebilir. Bizim bildiğimiz galaksiler, yıldızlar ve gezegenler ve insanlardan oluşan evrenimiz bir üstteki evrenin tek ve temel zerreciğinden biridir. Tıpkı sonsuz bir merdivenin basamağı gibi.”[12] Sanırım kurgunun ne kadar büyük olduğunu gördünüz. Aynı konu hakkında Hz.Muhammed “Yedi kat gök ile yedi kat yerin Kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir. Arş’ın da Kürsî’ye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir.”[13] buyurmuştur.

Fizikçiler tuhaf insanlardır. Devamlı denklemlerle uğraşarak kendileri gibi tuhaf sonuçlara ulaşırlar. Bu sonuçlardan belki de en tuhafı evrendeki maddenin kütle hesabıdır. Evrende 1080 adet parçacık (proton-nötron-elektron) bulmuşlar. Küçük olan büyük olanı kuşatamaz, bunu hepimiz biliriz. Hacmi büyük olan küçük olanı ihata eder. Hani nam-ı diğer bir deyiş vardır. “Büyük balık küçük balığı yutar.” Tam da yerinde bir deyiştir. İnsan bakıldığında şu koskoca evrende mini minnacık bir zerre, bir benek gibi gözükebilir. Ancak son zamanlarda bilimciler hiç de böyle düşünmüyorlar. İnsanın içine koskoca bir kâinatın sığabileceği gibi bir düşüncenin altını çiziyorlar. Prof.Francis Crick ve Dr.Watson’un büyük katkılarıyla DNA’nın sırlarına doğru yapılan yolculukta bilimcilerin, insan olgusunun gizemine hayreti daha da artmıştır.

İnsan vücudunda 20 adet aminoasit vardır. “Eee” demeyin. Bu, şu demektir: 20 adet aminoasitle her biri 100 halkalı enzim kombinasyonu oluşturulur. Bu da evrendeki tüm atomların sayısından daha fazla bir sayıdır. Şimdi, küçük olan büyük olanı ihata etmiş olmuyor mu? Hangisi büyük? Bu bilimciler zaten kafa karıştıran sonuçlar bulmuyorlar mı? Şu uçsuz bucaksız evrenin bir zamanlar bir atomun çekirdeğinden bile küçük bir alanda (10-33 cm2) olduğunu söylemiyorlar mı? Demek ki büyüklük ve küçüklük yani hacim aslında çok da anlamlı bir kavram değilmiş. Hacim dendiğinde mekân akla gelir. Bakın Fransız bilimcilerden Henry Poincare mekânla ilgili olarak neler söylüyor.

“Mekândan söz eden bir kimse, anlamı olmayan bir söz sarf etmiştir. Ben, Paris’in belli bir noktasında, örneğin Pantheon Meydanı’ndayım ve kendi kendime ‘Yarın buraya tekrar geleceğim.’ diyorum. Bu tamamen anlamsız bir söz. Çünkü şu andan yarına kadar iki milyon kilometreden fazla yer değiştirecek olan yer yuvarlağı, kendisiyle beraber, Pantheon Meydanını da beraberinde sürükleyerek hareket edecektir. Aslında bu tez de anlamını yitiriyor. Çünkü dünyamız iki milyon kilometrelik hareketi, güneşe göre yapmıştır. Oysa güneş de Samanyolu galaksisi içinde yer değiştiriyor. Samanyolu’nun kendisi de, kendi ekseni etrafında dönüşünü hiç aksatmadan sürdürüyor. O halde Pantheon Meydanı’nın bir günde ne kadar yer değiştirdiğini nasıl hesaplayacağız? Aslında ben gerçekte, yarın hiçbir zaman Pantheon Meydanı’na gitmiş olmayacağım.”[14]

Bu arada, gidilen yerin değişmesi gibi gidenin de bir değişimi vardır, o da sabit durmaz. Bakın biz de nasıl bir değişim içindeyiz. Yetişkin bir insanda 100 trilyon hücre var ve bu hücrelerin büyük bir çoğunluğu yarına kadar ölmüş olacak. Her dakika 300 milyon hücremizin ölüp yerine yenilerin geldiğini düşünürsek nasıl bir değişimin içinde olduğumuzu görebiliriz. Felsefecilerin “Bir insan bir nehirde ancak bir kere yıkanabilir.” Sözü ve “Bir kişiyi sadece gördüğünüz an görmüşsünüzdür, ertesi gün o kişi aynı kişi değildir. Bir sürü tercihler yaparak değişmiş biri olarak karşımıza çıkar.“ sözlerini de düşünürsek bunca değişkenin içinde neyi referans alacağımızı çok iyi bilmemiz gerekmektedir.

Bakın neler neler öğreniyoruz. Bilimciler ve düşünürler sayesinde şu küçük hacmiyle insan neler öğreniyor! Bu bilimciler ve düşünürler sadece akıllarıyla ilerlemiyorlar, onlar ortaya yüreklerini de koyuyorlar. Birkaçının hayatını okuduğunuzda bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Bunca bilgi sadece salt akılla öğrenilemez çünkü. Aklın sınırı vardır, o sınırı devamlı aştıracak bir yürek gereklidir. O yüzden “Aklın sınırı, gönlün sızısı vardır.” denmiştir. İşte, bu sızı aşka dönüşerek, uğraştıkları mesleklere sirayet eder. Bu sezgi ve aşk sayesinde insan evreni çözümleyebilir ve kendini esaretten kurtarabilir. Şayet bir gün bu evreni tam anlamıyla çözümleyebilirsek -ki bu mutlaka olacak- o gün içimizdeki cevherin ne olduğunu göreceğiz.

Peki, içimizdeki cevher nedir? Bunca bilince sahip olan biz, gerçekte kimiz? Tabiî ki O’nun en muhteşem tezahürüyüz. Ehli tasavvufun çok manidar bir deyişi vardır. “Bab-u Rahmani Kalb-u insani- Allah kapısı, insan kalbidir.” İşte bu bilince sahip olan bir insan evreni tam anlamıyla kavrayıp kuşatarak gerçeğe, Hakk’a açılan kapıya erişir. Bu, ayrılık ateşinin insanı yakıp kavurması sonucu olacaktır. O’na olan yolculuğu, O’nu anlama -zatını değil- varlığını bilme anlamında olacaktır.

Varlığını bilmektir bilmeden kasıt
Yoksa Zat'ını bilmek değildir, sözden kasıt

denmesinin sebebi budur.

Tüm bu hakikatlerin önüne çekilmiş olan perdenin ardındaki gerçeği görebilmek için bir ayrılık ateşi gerekiyordu. İnsanoğlu’nun doğasındandır ancak yitirdiğinde kıymetini bilir. Böylece sazlıktan koparılarak yapılmış ney misali bu âleme göçtük. Ayrılık ateşini Mevlana’dan güzel kim ifade edebilir ki;

Beni bir sazlıktan kestiklerinden beri, kadın erkek bunca insan feryadımdan inledi.

Ayrılık acılarıyla parça parça olmuş bir kalp isterim; ta ki iştiyak derdini şerh edebileyim.

Aslından, vatanından uzaklaşmış olan kimse, o vuslat zamanını bekler durur.

Ben her cemiyette, her mecliste ağladım, inledim durdum.

Kötü halli olanlarla da düşüp kalktım, iyi halli olanlarla da.

Herkes kendi zannınca benim dostum oldu, ama kimse derunumdaki esrarı araştırmadı.

Benim esrarım, feryadımdan uzak değildir. Fakat her gözde onu görecek nur,

her kulakta da onu duyacak kudret yoktur.

Beden ruhtan, ruh da bedenden gizli değildir; lakin canı görmeye herkes için izin yoktur.

Bu ney’in sesi ateştir. Onu hava sanma; kim ki bu ateşi tatmamıştır o kimse yok olsun!

Nereden nereye ulaştık. Bir tariften yola çıktık. İtirafların en büyüğü olan; hasretin itirafına ulaştık. Yanında O’nu bilseydik, tanımış olsaydık tüm bu feryatlar ve itiraflar çıkar mıydı? Çıkmazdı elbet. Şems gitmeseydi Mevlana’yı kim tanırdı? Mesnevi’yi kim okurdu? O ateş buralara kadar gelip bizi de kavurur muydu? Kavurmazdı elbet. Olan olması gerektiği gibi oldu. Bize düşen de tarif oldu. Hem anlamak için tarif hem de anlatmak için. Velhasıl her halükarda tarif gerekliydi. Verildi…

Şimdi O’ndan ayrı düştük tariflere sarıldık. Hakk’ı görmek ona kavuşmak için sarıldık. Ayrılık ateşi Arifi yaktığından Marufuna tabi oldu. İşte buraya da “Vav”ın “He”ye tabi oluşu denildi. Okunuşu ise kâinattaki tüm seslerin birleşmesinden ortaya çıkar:

Hu


“Hu” nun ne anlama geldiğini ifade etmek istiyorum. İki harften oluşan bu kelime mutlak varlığı yani vücudu ifade etmek için kullanılır. Tekilliği ifade eden ilginçtir ki iki harftir. Biri “güzel he” dediğimiz Lafzatullah’ın (Allah’ın lafzı) son harfidir. Güzel denmesinin sebebi bundandır. Diğeri ise velayeti, halife olan İnsan-ı Kamil’i yani Hz.İnsanı temsil eder. Ve sanki vuslat vaki olmuş gibi “güzel he” ye “vav” tabi olmuş, ona katılarak o mutlak varlığı temsil etmiştir. Kemalat ikilikledir. Çünkü bir ancak bir başka bir ile bilinebilir. Öyle ya, BİR’in bilinmesi için önce o BİR’in olması sonra bir başka birin olup, onun da asıl BİR’i bilmesi gerekir ki bilen, bilinen ve nihayet bilme eylemi gerçekleşsin. Etken, edilgen ve etki gibi. Bir fiilin gerçekleşmesi için failin ve mefulün olması gereklidir. Failsiz bir meful ve mefulsüz bir fiil olamaz. Bunlar birbirine bağlıdır ayrılamazlar. O bilinmek istedi ve talep ettiği için matlup (istenilen-arzulanan) insanı yarattı “Bizler talip değiliz, matlubuz.” sözünün anlamı da daha iyi anlaşılıyor. İşte bu kâinata insan olmanın müjdecisi olan beşer (beşeriyet) ancak Hakk’ın nazarında matlup olmayı istemelidir. Çünkü insan olarak doğulmaz insan olunur. Tarifi okuyarak olunur. Evren ve içindeki her şeyle barışık olarak yani ünsiyet kurarak olunur. Böylece talip ile matlup arasındaki perde aralanır.

Perde demişken Tanrı ve Bilim adlı kitabında Jean Guitton “Ayrıca unutmamalı ki, evrenin ortaya çıkışından söz etmek, bizi şu kaçınılmaz soruya götürecektir: ilk ‘gerçeklik atomu’ nereden geliyor? Öyleyse bugün hemen hemen tümüyle bir giz içinde iki sonsuza doğru uzanan bu uçsuz bucaksız kozmik örtünün kökeni nedir?”[15] diyerek ilginç bir noktaya dikkat çeker. Hoş, tasavvuf ehli bu tanımı nice seneler önce yapmıştır. Evrene “Hicab-ı Kibriya-Büyük Örtü” demişlerdir. İşte bize düşen vuslatı gerçekleştirebilmek için bu Hicab-ı Kibriya’yı yani tarifi iyi okuyabilmektir. Okuma yazma bilmeyen bir insana gelen vahiy meleğinin onu defalarca sıkarak “OKU” demesinin anlamı; kâinatı, kozmozu, evreni okumaktır. Ancak bu okuma işinde çok önemli bir detay vardır ki onu çoğu zaman atlarız. O da okumak için debelenmek değil, yaratan Rabbin adıyla okumaktır. Ancak o zaman insan kâinatın kıblesi olabilir. Yoksa neden tüm kâinat bize yönelerek tek bir gerçeği tarif etmeye amade kılınsın. İşte bu gerçekleri O yüce yaratıcının ismiyle okunduğumuzda tarifi ele geçirmiş, arif olmuş oluyoruz. Son olarak Endülüs’teki arifler hakkında 1903 Nobel ödüllü Fransız Pierre Curie’nin itirafına yer vereceğim.

“Endülüs’ten bize kala kala otuz kitap kaldı, atomu parçaladık. Hülagü’nün yaktığı yüz binlerce kitap kalsaydı eğer, şimdilerde galaksiler arasında top koştururduk.” Bu da bilginin kaynağının itirafı olmaktadır.

KZ


[1]خَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِّلْمُؤْمِنِينَAnkebut 44

[2] Martin Rees, Bilim Ve Teknik Dergisi, Ağustos 2002

[3] The Brief History of Time, s 125-126

[4] Ali İmran 191

[5]الَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ” Meâric 23

[6] Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, s. 43

[7] The First Three Minutes-İlk Üç Dakika

[8] Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, s. 47

[9]إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُون” Yasin 82

[10] The Brief History of Time-Zamanın Kısa Tarihi, Stephen Hawking, s. 121, 125

[11] “Biz ayetlerimizi(delillerimizi) onlara hem afakta(ufuklarda-gözün görebildiği en uç noktalarda) hem enfüste (kendi içlerinde) yakın bir gelecekte göstereceğiz; öyle ki şüphesin onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Rabbin her şeye şahit olması yetmez mi?” Fussilet 53

[12] Kosmos, Carl Sagan, s. 288

[13] Sahih-i Buhari

[14] Bilim ve Metot, s. 87

[15] Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, s. 19


Not: Önünde diz kırıp boyun büktüğüm, Maşukuna kavuşmuş bir aşık dendiğinde aklıma düşen Nezih Tolan Hoca Efendiye gönül dolusu sevgiler sunarım...