24 Ağustos 2010 Salı

Kâinatın Kıblesi:



Biz kimiz? Nereden geldik ve nereye aidiz? Niçin buradayız? Yapmamız istenilen veya yapmamız gereken nedir? Arayışımızı nasıl şekillendirmeliyiz? Nerede olmalıyız? Ya da bütün bu sorular anlamsız mı? Belki de tüm bu soruların cevabını zaten biliyoruz. Sadece sorarak hatırlama heyecanı yaşıyoruz. O yüzden bunları irdeliyoruz. Bize haz yaşatıyor bunu hatırlıyor olmamız. O yüzden hayata aç gözlerle bakıp kendimiz ve bu evrenle ilgili her şeyi didikliyoruz. Ta ki gerçek anlamda onu kavrayalım, idrak edelim diye. İdrak diyorum çünkü bilmek ile idrak etmek arasında temel bir fark vardır. İdrak anlama yeteneğidir, kavrayıştır. Bilmek ise çoğu zaman sadece kuramdan öte olmaz. Evet, bilmek, deneyimlemek ve olmak. Kuramsal bilgi sadece teoridedir. Onu hayata geçirmediğimiz takdirde gerçek anlamda oluşamayız. Peki, bizden istenilen olmamız gereken nedir?

Bir an için dünyaya bakalım; her gün binlerce insan açlıktan ölmekte. Açlıktan ölmeyenleri ise savaşarak öldürmekteyiz. Birbirimize yaşattığımız acılar yetmediği gibi yaşam tarzımızın bencilliğinden nefes alıp verdiğimiz gezegenimizi de yıpratmakta, onun düzenini bozmaktayız. Aslında hiç bir şey doğadan daha şefkatli değildir insana, aynı zamanda da ondan daha gaddar olmamıştır. İşte bu da insanın yaratış gücüyle alakalıdır ki bu yazımda açıklamak istediğim de tam olarak budur. Nihai amacımdan çıkıp şu anki konuya dönersek; Kısacası fesat çıkartan ve kan akıtan cani varlıklar gibi gözüküyoruz. Tanrının “Ben yeryüzünde bir HALİFE yaratacağım” dediğinde meleklerin “Biz seni hamd ile tespih ve takdis ederken, sen yeryüzünde kan akıtacak ve orada bozgunculuk –fesat- çıkartacak birini mi yaratacaksın”[1] diye sormaları boşuna değilmiş gibi gözüküyor.

Ancak Tanrının bu yaratışta büyük bir amacı var. Şimdiden sonra anlatmaya çalışacağım konu birçoğunuz için anlamsız gelebilir veya aşırı görüş olarak değerlendirebilirsiniz. Ancak yazımı okumaya devam ederseniz bu sizin gerçekle yüzleşmek isteyişinizin bir sonucu olacaktır. Çünkü anlatmaya çabalayacağım konu bizim “gerçekliğimiz-hakikatimiz” olacak. İlerleyen satırlarda, başta sorduğum sorulara bir nebze de olsa kendi adıma verdiğim cevapları bulacaksınız. Öncelikle bu hayata bir şeyleri öğrenmek için gelmedik. Zaten yaradılış itibarıyla biz bu bilgiye sahibiz[2], Tanrının ruhuna[3] sahibiz. Onun bilgeliğine sahip, O’ndan[4] olarak yaratıldık. İlk yaratılış yerimiz mana âlemidir. Zaten madde manadan meydana gelmiştir. İnsan kâinatın yaradılışından önce var edilmiştir. Kâinat sonradan insana yapacağı yolculuğu için bir elbise veya bir araç, bir mekân olarak yaratılmıştır. Bu yaratma da yoktan olmamış, vardan olmuştur[5]. Bir bakıma “var olan” tek hakikatin yani birliğin ikiye ve daha fazla parçalara bölünmesiyle ortaya çıkmıştır. Tek olan Hakk’ın tanınması için bir başka şeyin olması gerekmektedir. Tek olan, mutlak Hak(hakikatten)’tan başka bir şey olmadığına göre nasıl tanınabilirdi? Birin ikiye ayrılması şarttı. Bu yüzden ehli tasavvuf “Bir, ancak ikiyle zuhur eder” veya “Bir’in bilinmesi için mutlaka ikiye ihtiyaç vardır” demişlerdir. Yani var olan mükemmellik ancak bir başka şeyle, varlıkla gözlemlenmeli, ikinci bir referans noktası gerekmekteydi. Tanrı “ben bir gizli hazineydim bilineyim istedim o yüzden mahlûkatı yarattım” demesinin anlamı da budur. İşte Tek olanın kesrete (çokluğa)bürünmesi ve görünmesiydi bu.

Bu noktada biraz durup bir açıklama yapmak istiyorum. Görünen, görünmeyen her zerre Tanrıya aittir. Bu gün fizikçilerin Tanrı parçacığı adını verdikleri, maddenin içinde oluşabildiği, yüzebildiği bir parçacığı aradığını bilimle ilgilenenlerimizin çoğu bilmektedir. Bu noktada “Zatı Tek olanın zuhuru nasıl çok olabilir?” diye bir soru akla takılabilir. Burada iki boyutlu evren örneğini sizlere vermek isterim. İki boyutlu bir evren düşünün. Sadece en ve boy var, yükseklik yani derinlik yok. Üç boyutlu bir nesneyi bu evrene nasıl entegre edebilirsiniz? Bu mümkün değildir. Üç boyutlu bir nesnenin iki boyutlu bir evrende sadece temas noktaları gözükecektir. Yandaki resimdeki el izi gibi, yani el tek olmasına tek ama iki boyutlu bir âlemde bu şekilde bir sürü anlamsız, onu gerçek anlamda tasvirden uzak çizgilerden müteşekkil gözükecektir. İşte, Bir’in bu âleme tecellisi, tezahürü bu şekilde olur. Ancak bütüne çok uzaktan, aklımızın ufuk sınırlarını zorlayarak baktığımızda, gördüğümüz gerçek az da olsa bize eli tanıma fırsatı verir. İşte bu noktada kişi gerçek anlamda bütünü görmüş, macerasını yaşamış ve tatmin olmuş olarak rabbine döner. “Ey tatmin olmuş nefis!, Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön”[6]. Böylece gaye tamamlanmış olup artık Bir bilinmiştir. Peki, bu macera nedir? Nasıl başlamıştır? Bizim değerimiz, rolümüz nedir? Çok önemli olan bu soruları bilgimin ve gönlümün elverdiği ölçüde sizinle paylaşmaya çalışacağım.

Yazıma, Bakara süresinde Âdem’in yaratılışını anlatan bir ayeti size aktararak başlamıştım. Oraya dönüyorum. Başlığın ana temasını oluşturan ayettir bu. Rabbin kendisinin bilinmesini istemesinin ardından mana âleminde insanı en iyi şekilde yarattı.[7] Yarattığı bu “kendinden olan ruhlar”, içlerinde Rabbe ait bilgilerle yaratıcı özelliklerini göstermek istediler. Ancak bunun için uygun zemin yoktu. İlk yaratılışın ardından bir kaos yaşandı. Bunun üzerine Tanrı ruhlara “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” dedi[8]. Yeni yaratılmış, kuramsal bilgiye sahip olan bizler cevap veremedik. Bu sorunun cevabını ancak dünya hayatında, kevn ve fesat (oluş ve bozuluş) âleminde deneyimler yaşayıp, şekillendirip tekrar bozarak, en nihayet Tanrının ahlakıyla ahlaklanarak, Ona benzeyerek verebilecektik. Böylece Tanrı kâinatı zatından Huvezzahir ismi gereği yarattı. Ehli tasavvuf “Ahadiyetin Vahdaniyete intikali” demişlerdir buna. Kuramsal bilgi yeterli olmadığı için o, şu ve bu yaratılarak farklar meydana geldi. Bizim tercihler yaparak oluşumumuz için aslında gölgeden ibaret olan bu kâinat yaratıldı. Görünen bu gölge de asıl itibarıyla manaya tabidir. Bu mana Hak’tır. Mananın yani Hakk’ın görünebilmesi için zıtlıkların içinde barındırdığı sıfat ve isimlere bürünmesi gerekmekteydi. Zıtlıklar bu âlemi yarattı. Böylece Hak bu âleme Zatı itibarıyla tek, sıfat ve isimler itibarıyla çift tecelli etti. Bu tecelliyat gizlenerek hassas dengelere büründü. Onu kendimizden veya Tanrıdan gayrı sandık. Kâinattaki bu tecelliyat, bizim manamızı muhafaza edecek bir kap gibidir. Ve gerçek anlamda bizim manamızın irade şeklinde bir yansımasıdır. Hakkın bu tecelliyatından, tüm kâinatı bize musahhar(amade) kılmasından muradı; burada gelişerek yaratmayı deneyimlememiz ve irademizi kullanarak hayatımızı yönetmemizdir. Sonuç itibarıyla şu an gözüken evren bizden çıkıp bu hale gelmiştir. Şöyle bir benzetme yaparsam daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum. Rabb kendi zatından bizi yarattı. Yaratılan bizim özümüzden de âlemi yarattı. Ehli tasavvufun “İnsan kâinatın özüdür, gözüdür”, “Âdemsiz âlemler kâinat olmaz”, ”Kâinatın aslı insandır”, “Kâinatın tohumu insandır” deyişlerinin sebebi de budur. Son aktardığım deyiş ise noktayı koyan bir sözdür.

İşte bizden çıkan bu kâinat sonunda meyve veren bir ağaç gibi madde ve mananın ünsiyeti anlamına gelen insanı yani bizi oluşturmuştur. Bizim için, bizden oluşan bir evrendeyiz şu an. Onu istediğimiz gibi şekillendirebileceğimizi bir kavrayabilsek. Üstün bir biçimde yaratılan manamız, bu kesif ve süfli âleme hükmedebileceğini bir kavrayabilse tüm şikâyetlerimizden kurtuluruz. Çünkü kâinatta olan tüm olaylar insandan yansıyan enerjilerdir. Bu anlamda kâinat insanın aynadaki görüntüsünden başka bir şey değildir. Madem koskoca kâinat bizim manamızdan yaratıldı ve sonra onun meyvesi konumundaki bedene bürünmüş olan bize musahhar(amade) kılındı, o halde neden maddeye hükmedemeyelim? Üstelik maddeden oluşan bu kâinatın; bir enerjinin, bir nur parçasının genişlemesinden oluştuğunu da biliyorsak…

Tüm evren enerjinin maddeye madeninde enerjiye dönüşmesine şahitlik etmiyor mu? İşte bu noktada bizim yaratım gücümüz devreye girebilir ve enerji hareket halindeyken yaratımımız gerçekleşebilir. Yeterince enerjiyi harekete geçirdiğimizde maddeyi şekillendirebildiğimize göre onu yaratabiliriz de. İşte tam bu noktada şu soruyu soruyorum size: Halife nedir? Neye yarar? ve imkânları nelerdi? Ayrıca Tanrı “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde, neden melekler ona “Yeryüzünde kan akıtacak ve fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın” desinler? Burada Âdeme verilen gücü görebiliyor musunuz? Bundan sonraki ayetler ise daha hayret uyandırıcıdır. “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra meleklere yönelerek, ‘Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi. Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler”.

Meleklerin bile kavrayamayacağı bu isimler nelerdir? Kur’an yorumcuları bu isimlerin yani esmanın yorumunu; İnsanoğlunun isimlendirme yeteneğinin olması olarak yorumluyorlar. Peki, ayette geçen “külleha-Tamamını” ne anlama geliyor? Yani “Tanrı esmanın –isimlerin- tamamını âdeme öğretti” ne demek oluyor? Acaba bundan tüm Kâinatın bilgisinin insanın nüvesinde, çekirdeğin olduğu anlamını çıkarsak yanlış mı yapmış oluruz. Kesinlikle doğru bir yorum olacağına inanıyorum kaldı ki bazı İslam âlimleri bu konuda aynı yorumu yapmışlardır. Burada Müslüman bir aydın olarak değerlendirilen Muhammet İkbalin “İnsana sığabilene kâinat, kâinata sığamayana insan derim" sözünü de hatırlatmak isterim. Ayrıca yukarıdaki ayetlerde farkındaysanız meleklerin çok ilginç bir savunmaları vardır: “Biz seni hamd ile tespih eder ve seni her şeyden tenzih ederken neden yeryüzünde kan akıtacak ve orayı fesada boğacak bir kimse yaratıyorsun?” yani “Biz varken ibadet etmek için başka bir varlığa neden ihtiyaç var ki? Hem de yeryüzünü fesada boğacak kadar güçlü bir varlık” Emin olun, ilerleyen ayetlerde insanın daha büyük bir gücünün olduğunu göreceksiniz. Velhasıl Tanrı “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” diyerek kelamına devam ediyor.

Şimdi konunun en can alıcı noktasına ulaşmış olduk. O da en etkili ve yaratıcı yönümüzdür ki tüm kâinatı adeta dize getirmektedir. Çok bilindik, her an bizimle olabilen bir yönümüzdür. Bu, bizim içimizdeki en büyük oluşumu sağlayandır. Evrenin gizeminin simyasıdır. Az önce yukarıda bahsettiğim; maddeye ve enerjiye hükmettiğimiz andır. En zorlu anlarda yaptığımız tercihlerin, en büyük zaferlerimiz olacağını bilmeliyiz. Çünkü katışıksızdır o an. Tercihimizin uygulamaya geçmeden önceki, seçimimizden az önceki ana gitmenizi tavsiye ediyorum. Orada görülen bizim gerçek gücümüzdür ki, bu gerçek arzumuzdur. Salttır. Katışıksızdır. Karar anıdır. Tüm samimiyetle orada duran “NİYETİMİZ” dir. Tam bu noktada İslam peygamberinin bir sözünü hatırlatmak istiyorum. “Ameller niyetledir”[9] yani tüm davranışlarımız, tüm deneyimlerimiz niyetle oluşmaktadır. O’nun yaratıcı gücü karşısında tüm kâinatı dize getiriyoruz. Niyet; saf enerjidir. Sahip olduğumuz ve olacağımız her niyet yaratıcıdır. Onun enerjisi asla ölmez. Varlığımızdan fırlayarak tüm evrene yayılır. Gerçekleşene kadar dolaşır. Bu yüzden melekler ve tüm kâinata bize secde etme emri verilmiştir[10]. On sekiz bin âlemin birleştiği, kesiştiği noktayız. Hem Rabbaniyeti(tanrılığı), şeytaniyeti, melekiyeti, hayvaniyeti, nabatiyeti hem de cemadiyeti(katılığı maddeliği) içinde barındıranız. İşte tüm kâinat zaten bunlardan ibaret olduğu için “Ben yere göğe sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım” lütfüne mazharız. Tüm kâinatı yaradan Allah bu kalbe sığabiliyorsa, bu âlemde en büyük tecellisi, tezahürü olan ancak âdem aynasında gerçekleşiyorsa tüm kâinatın kıblesi insandır.

KZ

İlgili Video görüntüleri:

İnsanın düşünce gücü ve Madde'nin aslı

http://www.facebook.com/video/video.php?v=1514416789008&ref=mf

2 boyutlu ve 3 boyutlu evrenin farkını anlatan video görüntüsü

http://www.facebook.com/video/video.php?v=1404704430567&oid=115257705165513&comments&ref=mf

Önemli Notlarım:

1-Niyet “Nun, Vav, Ye”: Arapça olan bu kelimenin kökü “çekirdekli olmak” tır. Aynı kökten çıkan bir diğer anlam ise, hazır olun “Atom çekirdeği” dir.

2-Yukarıda mana âlemimi sizlere yazarak paylaşmamda feyiz aldığım, gerçek bir “Yol ehli olan” Lütfi Filiz’e sonsuz şükranlarımı bir vesile sunmak isterim.


[1] Bakara 30

[2] “Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti.” Bakara 31

[3] “Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: 'Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın' " Sad 71-71

[4] "Onlara bir musibet geldiğinde: 'Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz' derler" Bakara 156

[5] “Kün emri yani ol emri bir muhataba olması gerek. Muhatap yoksa neden emir verilsin? işte o muhatap bizzat Tanrının Zatıdır. “

[6] Fecr 27-27

[7] “Biz elbetti insanı en güzel biçimde yarattık” Tıyn 4-5

[8] A’raf 172

[9] Birçoğumuz bu hadisi farklı bir mealde bilebilir. Yukarıda birebir tercümesini yaptım. İnnemal a’malu binniyat

[10]Hani meleklere, ‘Âdem için secde edin’ demiştik” Bakara

29 Temmuz 2010 Perşembe

Göz ne şaştı ne de aştı

Göz ne şaştı ne de aştı. [1]

Başlık nicedir tefekkür ettiğim, geçenlerde yine karşıma çıkan bir Kur’an ayetidir. Hz. Muhammed’in, Rabbi’nin en büyük delilini gördüğü anı anlatmaktadır. Ayet ve ayetin devamı Peygamberin âlemlerin rabbi Allah ile yaptığı mülakatı tasvir eder. Evet, mülakat, bir işe girmek istediğimizde bile karşımıza çıkan bir hadise. Sadece belgelerimizin tam olması yeterli değildir. Gönderdiğimiz öz geçmişimizdeki deneyimlerimiz aranılan vasıflara uygun bulunduğu takdirde bizleri mülakata çağırırlar ve orada bire bir değerlendirmeye tabi tutarlar. Ayet her ne kadar göze ve görmenin düzgünlüğüne işaret etse de bir mülakatın[2] vukuu(oluşu) ortada. Mülakat varsa karşılıklı diyalog var demektir. Allah’ın kulu ve kulun Allah’ı ile olan mülakatı (konuşması) gibisi var mı? Peki, Allah’la olan bu mülakat sadece Peygamberlere mi hastır? Biz dua ettiğimizde kiminle konuşuyoruz? Ve Allah’ın ettiğimiz dualara icabet (kabul) etmesi ne anlama geliyor?

Allah ile mülakatın(konuşmak) her insanın iç âlemindeki seviyesine yani mertebesine göre değişiklik arz ettiğini düşünüyorum. Bu zaviyeden (perspektif-açı) değerlendirme yaptığımda Allah ile mülakat (konuşmak) için önce O’nu bulmak gerektiği ortaya çıkıyor ve akabinde akla şu soru geliyor: Peki, ben Âlemlerin Rabbini nerede aramalıyım? Çocukken onu camide arıyordum. Hoş hala orada arayanlar var! Bana camilerin Allah’ın evi olduğu söylenmişti. Ancak sonraları her aklı başında insan gibi orada olmadığının farkına vardım. Sonunda O’nun sadece kendinde(zatında) bulunabileceğini sezdim. O halde kendinde(zatında) olan Allah’a nasıl gidilebilir?

Kur’an-ı kerimde “Biz ona şah damarından yakınız”[3] ayeti, O’nu artık nerede aramamız gerektiğini ortaya koyuyor. Demek ki O, dışarıda aramakla bulunmaz. Allah’ın peygambere “Yere göğe sığmam mü’min(bana inanan) kulumun kalbine sığarım”[4] demesi bunun en büyük delili değil midir? Çünkü insan koskocaman evrende küçücük bir nokta misaliyken onu nasıl ve nerede bulabilir ki? Ancak, aynı insan manen öyle bir noktadır ki düşünceleri, fikirleri ve hayallerinin yanında evren bir nokta gibi kalır.

Anlaşılan yolculuğun içe yapılması gerekiyor. Bu, gün gibi ortadadır. İnsanın kendine yapacağı bu yolculuk çetin ve engebeleri olan bir yolculuktur. Çünkü bu yolda en büyük engel kendisidir. İnsanın Allah’a ulaşabilmesi için kendine yolculuk etmesi yani kendisini aşması çok trajikomik bir durumdur. Bu noktada insanın aklına kendisini ne kadar net gördüğü düşüncesi geliyor. Ama çoğu zaman insan kendini gayet iyi -net- gördüğünü sanır. Gel gelelim işin aslı öyle değildir. Dünyaya baktığımızda; gördüğümüz benlik kavgaları, savaşlar ve ölümler insanların kendilerini ne kadar net görebildiğini gösteriyor bizlere.

İnsanın öz kimliğini görebilmesinin yegâne yolu: sahte benliklerinden sıyrılmasıyla mümkündür. Kendi aldatmacalarından sıyrılması demek istediğim. İşte yolun zor yanı budur. Burada durup, kendini insanlarda araması gerekmektedir. “Kişi, kişinin aynasıdır” sözünden murat budur. Tabi ki bunu da ancak benliğinden sıyrılarak yapabilir. Benlik korkaktır. Korkak olduğu için de sahte duyguların ve hayallerin ardına saklanır. Karşımızdaki insanlara ne kadar dürüst ve net olabiliyorsak korkularımızla o kadar yüzleşmiş onlardan o kadar kurtulmuş oluyoruz demektir.

Yani ancak insanlarla olunca kendimizi tam anlamıyla görebiliyoruz ve bunun sonucu olarak ya kendimizi yeniden şekillendiriyor, değiştiriyoruz ya da gördüğümüzden memnun olmuyor korkarak kendimizi daha farklı maskelerin (sahte benliklerin) ardına saklıyoruz. Başka maskelerin ardına attığımızda yalanlarımızla kayboluyoruz. Öz şeklimize zarar veriyoruz. Böylece kendimizi başkalarında bulamıyoruz. Çünkü başkalarında oluşan benliğimiz hep sahte olduğu için onlardan aldığımız bilgi asla kendi esmamıza, asli esmamıza ve sıfatlarımıza oturmuyor. Sonuç olarak kendimizi Nas’ta(insanlar) göremiyoruz. Kişi ne zaman dürüst ve net olursa Nas’ta kendini bulur, onlarda gördüğü kendi esmasıdır yani kendi kimliğidir. İşte o zaman artık kendine bakmasını öğrenir. Kendine bakan Rabbini görür[5]. Rabbini gören hakikati bilir.[6] Bu şekilde bakan insan nereye dönerse dönsün hep O’nun yüzünü görür[7] ve onunla mülakat eder. Böyle bir göz ne şaşar ne de aşar.

KZ

Konu ile ilgili video görüntüsü

http://www.facebook.com/video/video.php?v=1434874635716#!/video/video.php?v=390912804834


[1]مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى Necm-17

[2] Lugat anlamı: Buluşma, görüşmedir.

[3]وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ

“Biz, ona şah damarından daha yakınızdır.” Kaf 16

[4] 40 hadis Sadrettin Konyevi sy 82 vahdet Yayınl.İst)

[5]“Kendini bilen rabbini bilir”

[6]سَنُرٖيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى الْاٰفَاقِ وَفٖى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ شَهٖيدٌ

“Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi?” Fussilet 53

[7]وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ

“Doğu da batı da yalnız Allah'ındır. O halde nereye dönerseniz orada Allah'ın yüzü vardır” Bakara /115

24 Haziran 2010 Perşembe

İlişkilerdeki Adalet

Birçoğumuz tanıdığımız insanların her gün aynı davranmadığına, bazı özel durumlarda beklenilenin aksine davranışlar sergilediğine şahit olmuşuzdur. Bazılarımız buna anlam veremezken, bazılarımız farkında bile değildir neler olduğunun. İkinci sınıf tipler için hayat öyle ya da böyle devam etmektedir, aldırmazlar onlar. Ancak olayların farkında olan hassas kimseler bu dengesiz tutumlar yüzünden ya çok acı çekerler ya dostlarını kaybedip dururlar. Sevdiğiniz birinin göz göre göre dengesiz davranması, davranmayla kalmayıp yapılan ikazları göz ardı etmesi ilk önceleri sizi kızdırsa da, ardından çoğu zaman yalnızlık hissi verebilir. Ve siz çoğu kez bu yalnızlık hissi ile yüzleşmek zorunda kalmış olabilirsiniz. Bu yüzden karşılaştığımız bu tutuma karşı direniriz. Hak etmediğimizi düşündüğümüzden, karşımızdaki ile çoğu zaman sonucu olmayan tartışmaların içinde buluruz kendimizi.

Önceden okuduğum bir yazıyı geçenlerde ziyaretime gelen bir dostumun hatırlatması üzerine tekrar okumak nasip oldu. Konu kafamda canlandı ve bir bedene ihtiyaç duyduğu için yazma iştahım arttı. Son zamanlarda maalesef çevremdeki insanların çoğunda gördüğüm bu zafiyet beni yazma hususunda kamçıladı. Şimdi izninizle birçok kişinin değer verdiği, bir o kadarının da önemsemediği ancak benim tüm hayatıma şekil verdiğini rahatlıkla söyleyebileceğim bir yazarın kitabından alıntı yapmak istiyorum.

Sadece bir yazar değildir kendisi. Bundan yaklaşık bin sene önce yaşamış olan bir din âlimi, bir filozof, bir kuran yorumcusu(müfessir), bir hukuk adamı, bir gönül ve fikir erbabıdır Gazali...

Gazali’nin yazdığı konulardaki hâkimiyetini bilen bilir. Ancak onu tanıma şerefine sahip olmamış, hakkında oradan buradan okuduğu yüzeysel bilgilerle yetinmeye çalışan kişilerin olumsuz tavrı beni derinden üzmüştür. İşin tuhafı son zamanlarda bu derme çatma bilgilerin bazı, işinin hâkimi olmayan akademik çevrelerde rağbet görmesi beni şaşırtmaktadır. Bu modaya ayak uyduran etiket sahibi kişilere ise cidden üzülüyorum. Gereken ciddi ilmi tahkik gösterilmeden başkalarının kitaplarından alıntılar yapılarak bir kişi asla karalanamaz. Biliyorum konuyu biraz dağıtmış olabilirim. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bu tür kişilerin çalışmalarını ilmi olmaktan çok uzak buluyorum ve akademik camiamıza kalitesizlik getirdiğini düşünüyorum. Bu akademik etikete sahip kişilerin televizyon önünde başka bir konuda aynı saldırıya maruz kalmalarını ise çok manidar buluyorum.

Alıntı yapmak istediğim kitap “Akidede iktisat (İnançta ölçülü olmak)” adını taşıyor.

“Tartışmayı büyütmeden ve aşırılığa kaçmadan onları Hakk'a (gerçeğe) yöneltmeye çalışılmalıdır. Eğer tartışma büyütülürse ve aşırıya gidilirse, sapıklığın gerekçeleri de arttırılmış olur. Metot bilmeyen kişiler, birçok yanlış bilgilerin, taassup ve aşırılık yüzünden kültürsüz kimselerin kalbinde yer etmesini sağlar. Çünkü bu kimseler, Hakk'ı sert bir tavırla ve hasımlarına dil uzatmak suretiyle ortaya koyarlar. Zayıf hasımlarına, alay ve hakaretle yaklaşırlar. Böylece zayıf hasımların içindeki muhalefet ve inat duygularını kamçılarlar. İçlerinde batıl inançların yerleşmesine sebep olurlar. Sonuç olarak; yanlışlığı açık olan bu batıl inançları yok etmek, güzel davranan âlimler için bir problem olmuştur.

Karşılıklı çekişmeler ve inatçılıklar, tedavisi mümkün olmayan müzmin bir hastalıktır. Dinine bağlı bir kimse, gücü yettiği kadar böyle bir hastalıktan sakınmalıdır. Kini ve kızgınlığı bırakıp Allah'ın bütün yarattıklarına merhamet gözüyle bakmalıdır. Bu ümmetten sapıklığa düşenleri irşat etmek için iyilik ve yumuşaklık yoluna başvurmalıdır. Sapıtanın, sapıklığını harekete geçirerek kabalıklardan kendisini koruması gerekmektedir. Taassup ve inadın devamlılığını sağlayacak sebepleri harekete geçirmenin, sapıklığın ve bid'atçılığın kökleşmesine yardım edeceği unutulmamalıdır. Kişi kıyamet gününde bu hareketinden sorumlu tutulacağını bilmelidir.”

Evet, Gazali bu yazısında karşımızdaki kişinin dengesizliğine karşı önce kendimizin dengeli yani adil durması gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. Esasında bu adaletin tahsis reçetesini de vermiştir. Öncelikle kişi, kendi davranışına hâkim olması gerekmektedir, karşı tarafınkine değil. İçsel adaleti yaşamadığımız takdirde bu dengesizlik karşılıklı devam edecektir. Gazali “Kutsal Merdivenler” kitabında merceği davranışlardaki adaletin temelinden içsel adalete çevirerek

Şüphesiz muamelelerdeki (davranışlarda) adalet, idaredeki adalet nefisteki ahlaka bağlıdır. Yani insanlar nefislerinde ne derece ahlaka sahiplerse, alış-verişlerinde davranışlarında ve idarede o derece adil olurlar. Demek ki muamelelerde (davranışlarda) ve idarede adalet, ancak nefislerdeki ahlakı güzelleştirmekle mümkün. Bu da 3 temel faziletin (avantajın) hikmet, cesaret ve iffetin insan vücudunda mutedil (dengeli) halde bulunuşuna bağlıdır. İnsanlar teker teker kendi nefislerindeki adaleti kurmadıkça, bir cemiyette, bir toplumda, bir memlekette adalet kurulamaz. Buna göre idaredeki adaletle muamelelerdeki adalet, nefislerdeki adaletin yani güzel ahlakın bir dalı durumundadır.”der.

Gel gelelim insanoğlu yinede bunu kabullenmek istememektedir. Çünkü o her türlü menfaati istemekten asla usanmaz [1] Kanaatimce ilişkilerin bozulmasının temelinde yatan, hale (olana) razı olmamaktır. Dengesiz davranan kişi dengesizliğinden bihaberken onu ikaz etmeye çalışan ise kendisine yapılan haksızlık yüzünden dengesini şaşırır, haddi aşar. İşte bu noktada kişilerin inisiyatifi elden bırakmamaları gerek. Kendisine yapılan haksızlığın intikamını terk etmek, hale yani olana rıza göstermeden olmaz. Peki, hale rıza göstermek nasıl olur? İslam peygamberi Hz. Muhammed “Ölmeden önce ölünüz”[2] demiştir. İnsan arzularının peşinde koşarken nefretlerinden de kaçar. Arzular bu ana ait değillerdir. Şayet bu ana ait olsalardı onları arzulamazdık. Yapıyor olurduk. O halde arzularımız gelecekte umduklarımızdır. Korkularımız ise olumsuz etiketlendirdiğimiz nefretlerimizdir. Onlar da geçmişle alakalıdır. İkisi de bu ana ait değildir. Bu duygulara sahip oldukça ya geçmişte yaşayacağız ya gelecekte. Alışkanlığımızın dışında nefretlerimize yönelip arzularımızdan kaçarsak, onları şekillendirmeye çalışırsak o zaman nötürleşmiş oluruz. Yani ne bir şey arzular ne de bir şeyden nefret eder, kaçar oluruz. Yerine bir şeyler koymak gerekmektedir. Çünkü bu hal içinde yaşamamız mümkün değildir. İşte bu noktada tüm kavgalara sebep olan “benlik” devre dışı bırakılıp yerine ilahi otorite getirilmeli. Tanrı(Allah) için sevmek Tanrı(Allah) için buğz(nefret) etmek. Kur’anın dediği gibi “Deki namazım, kulluğum, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi içindir. “[3]

İnsan kendisini tüm bu anlatılanlardan uzak görebilir. Aslında evrene baktığımızda onun kevn (oluş) ve fesat(bozuluş) âlemi olduğunu görürüz. Var oluş ve bir bakıma yok oluş devamlı bizi takip eder. Bu harekettir. Bir nesne bir yerde sabit (sükûn halde) ise sonra hareket ettiğinde eski yerinden yok olur, o İntikal etmiştir. Orası değişmiştir, başkalaşmıştır. Kısacası hareket bir var oluş bir yok oluştur. Ya da bir başka deyişle; bir şeyin tam farkındalığı o şeyin bir var olması bir yok olmasıyla alakalıdır. “Eşya zıttıyla bilinir” denmesinin sebebi de budur. Arzularımız yerine nefretlerimizi, nefretlerimiz yerine arzularımızı koyduğumuzda belki bu zıtlıkları keşfedeceğiz. Karanlık olmadan gündüzü, ışığı çok zor idrak ederdik. Şimdi bilimciler Cern’de yapılan deneylerde de maddenin zıttını (Anti-madde) bulmaya çalışmıyorlar mı?

Var olduğumuz mekânın içinde, bu âlemin içinde şahitlik ediyoruz, bir var oluş bir yok oluşa. Belki de Tanrının bizzat kendisine şahitlik ediyoruz. Gazali’nin “Allah eşyanın (maddenin) en zahiridir(görüneni). Hatta bütün eşya (madde) zuhura gelmiştir”[4] demesinden kastı bu olabilir mi? işte bu noktadan bakıldığında, biz arzularımızın zıttı ile yani nefretlerimiz ile hasbıhal olduğumuzda kendimizi tam olarak keşfedeceğiz. O zaman tatmin olmuş[5] olarak hayata bakıp, bizi yıldıran duygularımızdan arınmış[6] olarak, olayları değerlendireceğimize gerçekten inanıyorum.

KZ

[1] لَا يَسْپَمُ الْاِنْسَانُ مِنْ دُعَاءِ الْخَيْرِ وَاِنْ مَسَّهُ الشَّرُّ فَيَؤُسٌ قَنُوطٌ
İnsan menfaat istemekten usanmaz. Fakat ona bir şer dokundu mu
artık o ümidini kesip ye’se düşer. Fussilet (49)
[2]Ölmeden önce ölünüz
[3] قُلْ اِنَّ صَلَاتٖى وَنُسُكٖى وَمَحْيَایَ وَمَمَاتٖى لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ (En’am 162)
[4] İhyau Ulumid-Din /4.Cilt/6.Kitap/10.Beyan Marifetullah (Tanrıyı bilmek) hususunda insanların hatalı anlayışlarının sebebi- Bedir Yayınevi-Ahmet Serdaroğlu
[5] يَا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ اِرْجِعٖى اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً Ey emîn ve tatmin olmuş nefs (ruh)! Sen O'ndan, O da senden razı olduğun halde dön Rabbına. (Fecr 27-28)
[6] قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى Kendini arındıran kurtulmuştur. (A’la 14)

18 Haziran 2010 Cuma

Paylaşım

Burada, Balmumcu’ da oturmuş saat on birdeki yayımcımla yapacağım görüşme için erken gelmiş, kitabımı bastırmayı istememin gerçek sebebini düşünürken karşıma anıt gibi dikilen bir kavram; paylaşım. Tam anlamıyla tarafımdan kavranmayı bekleyen bir duygu... Yazdığım kitabı bastırmayı her ne zaman düşünsem beni heyecanlandıran bir kavram.

Yayımcımla olan randevumda benim fikirlerimi, duygularımı yani beni öncelikle onlarla paylaşacağım. Eğer onlar bu paylaşımdan tatmin olurlarsa daha geniş bir çevre ile paylaşımımın ilk adımını atmış olacağım.

Neden insan paylaşmak ister. Hayatımızın her evresinde yaşantımızı birileriyle veya birisiyle paylaşma arzumuz vardır. Bu sebepten dolayı arkadaşlar ve baldan tatlı dostlar ediniriz. Yetinmeyip, eş seçer ve onunla hayatımızı şekillendiririz. Kendimize uygun olduğunu düşündüğümüz bir canlı formuyla kendimize benzeyen eksik yönlerimizi giderebileceğimiz yeni nesiller oluştururuz. Bu bizim için çok önemlidir. Çoğumuz bundan asla vazgeçemeyiz.

Pekâlâ, vazgeçemediğimiz bu paylaşımın asıl sebebi nedir? Nedir bu kadar bizi etkileyen, sahip olduklarımızı başkaları ile paylaşmaya iten, doğamızdaki bencilliği hiçe sayarak çoğu zaman? Neyimiz eksik ki, onu tamamlamaya çalışıyoruz? Evet, eksik olan nedir? Deli gibi arkadaşlar ediniyor, evleniyor ve çoluk çocuk yapıyoruz. Kendimizi sorumluluklar içine atıyoruz.

Gelişim. Her birimizin bir hayat görüşü vardır. Her birimizin bir paradigması vardır. Bu duygu ve fikirler bütünü bizim bilinç seviyemizi ve niteliğimizi belirliyor. İşte bu bilincimizi ve niteliğimizi geliştirmek için başkalarıyla mukayese etmeliyiz. Kıyasta fark vardır; çünkü görürüz eksiğimizi gediğimizi. Zaten farkı görüp fark edebilmemiz için yaratılmadık mı bu kesret (çokluk), farklar âleminde? İşte diğerleriyle paylaştığımızda, kendi benliğimiz onların benlikleriyle karışır. Kimi zaman şeklimiz kaybolur sonra tekrar şekiller alırız. Onlarla birlikte fikirlerimiz ve duygularımız değişir, gelişir. Büyürüz paylaştıkça, büyüdükçe çevremizde dostlarımızın nitelikleri de değişir. İçte başlayan bu değişim tüm halimize yansır ve sular seller gibi paylaşır oluruz tüm fikirlerimizi ve duygularımızı.

Başkalarıyla paylaşılanlar düzgün bir biçimde seçilmesi gerektiği, bundaki ustalığımız yani bu paylaşımdaki ustalığımızın, bizim acı çekme miktarımızı belirlediği söylenebilir. Kimi zaman yanlış kişilerle paylaştığımızı sanırız. Hâlbuki “yanlış kişi” olmadığını daha sonra anlarız. Onlar bizim açıklarımızın kapanmasını sağlayan, tuğlalar arasındaki harçlar gibidir. Eğer olmasalar tuğlalar birbirine sıkı sıkıya bağlanmazlar.

İşte kendimi geliştirmek ve değiştirmek için yazmaya başladım ben de. Temelinde yatan paylaşım duygusu beni yazmaya itti, daha geniş bir paylaşım, daha büyük bir gelişim için. Ne de olsa, ne kadar muhteşem varlıklar olduğumuzu özümsemek, hatırlamak için burada değil miyiz? O halde neden paylaşarak deneyimlerimizi arttırmıyoruz?

Haydin paylaşıma! Az da olsa paylaşmaya… İstesek de istemesek de zaten birçok ihtiyacımızı, hem de temel olanları paylaşmıyor muyuz? Şu an soluduğum nefesime kimlerin nefesleri karışmıştır, kim bilir? Kanımızdaki demir daha önce evreni ışıl ışıl aydınlatan bir yıldızın hazinesi değil miydi?
KZ

1 Haziran 2010 Salı

Değişen yüzlerde değişmeyeni görebilmektir belki de aşk.

Geçenlerde bir arkadaşımla aşk üzerine yapmış olduğumuz konuşma beni ciddi düşüncelere gark etti ve kafamda beliren birkaç fikri yazarak ifade etmeye çalıştım. En başta kendi aşklarımı göz önünden geçirdim. Yıllar boyunca, hayatımın büyük bir bölümünü aşkı tanımaya, onu yaşamaya adadığımdandır; aşkın asla bencil duygular barındırmadığını çok iyi bilmekteyim. Ne olmadığını ne olduğundan daha iyi biliyorum diyebilirim.

Bütün bu düşünceler sonucunda kafamda beliren; bu evrene gelme sebebimiz olan aşkın kendimizle olan uğraşımızda kılı kırk yarmak zorunda kalmadan bedenimizde ve ruhumuzda nasıl mükemmel bir denge tahsis ettiğiydi. Genel olarak herkes gibi ben de kişilerin ilişkilerine bakıp kendim ve hayat ile ilgili bazı fikirler edinmeye çalışıyorum. Çevremdekileri birer ayna gibi görüp kendimi seyrediyorum sonra da gözlemlerimden çıkardığım ham fikirlerimi yazıya döküyorum ki, soyut olan bu fikirlerim gelişerek somutlaşsın. Bu değişimi bedene girerek somutlaşan ruha benzetiyorum.

Ruh bizzat kendisi insan değil. İnsan denebilmesi için ruhun bir bedene, maddi bir ifadeye ihtiyaç vardır. İkisinin ünsiyeti ancak insanın oluşmasını sağlamaktadır. Beden ile ruhun kaynaşması benim soyut fikirlerimin yazarak somutlaşması gibi. Ancak insanın fikirlerini yazıya dökmesi o kadar kolay olmuyor. Aslında sadece yazıya dökmek de değil gerçekten özgün bir fikir sahibi olması da aynı zorluğu barındırıyor.

Bir ressam düşünün eline son derece hâkim olarak kalemini veya fırçasını kullanır. Ya da yıllarını bileğini kullanmaya adamış bir hat üstadını düşünün. İşte fikirlerinizi yazmakta öyle bir olgudur. Gerçekte iyi yazabilmek, yazmak isteğinizle yazdığınızın birbirine uygun olmasıdır. Yani yazdığınız yazının ifadesinin soyut olan fikrinizle bağdaşması gerekmektedir. Bunu istenilen kıvama getirebilmek için çok pratik yapmalı, fikirlerinizi devamlı surette yazıya dökmelisiniz. Aksi takdirde bileğini eğitmemiş bir kişinin resim yapmadaki beceriksizliği gibi fikirlerinizi yazıya geçirmede sorun yaşarsınız.

Tabiî ki hepsinden ötesi bir de farkındalık vardır. Bir ressamın gözü ile sıradan bir insanın gözü aynı değildir. Ressamın sıradan insanlardan daha farklı bir bakışı vardır. Gördüğü detaylar elbette diğer insanlardan daha fazla olmalıdır. Bir fikri yazıya dökmeden önce bir fikre sahip olmak ve bu fikri geliştirip kafada oluşturmak en önemli safhadır. Eğer bir fikir yoksa aslında yazılacak bir şey de yoktur. Neyi, neden anlattığınızı bilmek bir bakış açısına sahip olmak belki de işin başıdır diyebiliriz. Esas konumuz, yazımızın ana fikrine yani aşka gelince, Aşk bence insanın gerçek anlamda mutlak kimliği yani özüyle olan irtibatıdır. Ve gerçekten insan aşk ile somutlaşabiliyor. Aksi takdirde devamlı ya bedeni arzulara meylediyor ve korkularının esaretine düşüyor ya ruhsal detaylara takılıyor. Ya geçmişle oyalanıyor ya gelecekle. Hâlbuki insandan istenilen her iki tarafa da hak ettiği değeri vermektir. İşte aşk kişiyi hem bedensel hazların içine atıyor hem de ruhsal. Bu anlamda aşk “gerçek insanın” –insanımsı olamayanın- somutlaşmasıdır. Tanrının bizde görmek istediği bu somutlaşmadır. Bizlerden talep edilen bu haldir. Bu hali elde etmek için maddi âleme, bu evrene gönderildik. Aslında evren yani kâinat bu aşk için yaratılmıştır. Elektronun atom çekirdeğinin cazibesine kapılıp etrafında deli bir hızla dönmesinden tutun da atom altı parçacıkların bir birinin cazibesine kapılmalarına, gezegenlerin güneşlerinin –yıldızların- çevresinde dönmesine kadar her şey bir diğer şeyin cazibesindedir. Hiçbir şey tek yaratılmamış, her şey bir diğer eşine meyledip durmaktadır.[1] İşte biz bu aşk duygusunu en iyi belki de tek -ki buna gerçekten iman ediyorum- yaşayan canlı formuyuz. Burada aşkla tanışıp evrenin nihai amacına ulaşmasını sağlamaktır gaye.

Bu hale sahip olan kişilerin karakterleri asla erozyona uğramaz. Bu şu anlama gelmektedir. Kişinin karakterinin oluşmasında üç askere - daha doğrusu “insan” olabilmesi için üç güce - ihtiyacı var. İlki varlığını sürdürebilemek için yiyip-içme ve üreme, şehvet gücüdür. İkincisi varlığını tüm tehditlere karşı koruyabilme gücüdür ki, bu gazap olarak değerlendirilir. Diğeri ise ki - bu tam anlamıyla farklı bir güçtür - İlk ikisi gibi bedene ait değildir tamamıyla bizim ruhumuzun bir özü, bir nevidir. O da neyin tehdit neyin haz olduğunu idrak eden müdrik akıl. Bu üç askere kalbimiz eşit uzaklıkta durmalıdır. Tüm bu güçlere eşit uzaklıkta duramamamız yüzünden ıstırap çekmiyor muyuz? Aşk bu dengeyi sağlayan en güçlü haldir. Kişi âşık olduğunda her üç güce eşit uzaklıkta durur. Bu da etrafımızla sağlıklı bir iletişim oluşturmamızı sağlar. Bu denge içsel adaleti bize getirir. Bu adalet gelince de kimseyi incitmez, kimseden incinmezsiniz. Çünkü bu adaletin içinde aidiyet duygusundan sıyrılmış olursunuz. Siz sadece yaşananlara şahit olursunuz. Kendinize bile şahit olursunuz. Bunun yerine size bedeninize ait duygular (şehvet ve gazap) veya ruhunuza ait bilinç (müdrik akıl) hâkim olursa aşkı yaşama şansınız olmaz. Çünkü size ait olan duygular aidiyeti, aidiyet ise bencilliği getirir. Bencil duygular içinde aşkı yaşayamazsınız. Âşık kişi aşkından bir beklenti içinde olmayan kişidir. İçinde beklenti barındıran bir sevgi asla aşk seviyesine yükselemez. Aşk sizi her şeyden arındırır. Etrafınıza bambaşka bir gözle bakarsınız.

İnsan bu kesret –çokluk- âleminde bir sürü farkla beraber kendi varlığını da fark eder. Kendini fark ettiğinde “benlik” ortaya çıkmıştır. Evreni kendi benliğinden ayrı tutar, ne zaman o “benlik”i eğiterek evrenle bütünlük hissine sahip olursa işte o zaman devamlı değişen bu evreni daha iyi gözlemleyebilir.

Tüm yüzler değişir, değişmeyen hiçbir şey yoktur. İnsanlar, hayvanlar, evren, canlı-cansız her şey devamlı bir değişim içindedir. İnsanların yüzlerinde değişen izlerde tanrının tezahürlerine bakarak değişmeyen o yegâne izi yani bizzat tanrıyı bulmaktır belki aşk. İşte her şeyin değiştiği bir evrende değişmeyeni görmek onu fark etmektir. Aslında zor gibi gözükse de bu hali yaşamak kolaydır.

KZ

[1] وَمِنْ كُلِّ شَیْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Her şeyden iki çift yarattık ki düşünesiniz (51-49)

7 Nisan 2010 Çarşamba

Tanrının Kudreti

Tanrının kudretini kavrama; Bu günlerde çok popüler olan bir deney var. Cern’de maddeyi gerçek anlamda kavrayabilmek için bir araştırma yapılmaktadır. Çok yüksek maliyetler harcanarak yapılan bir sürü deneylerle bilimciler, evrenin yaradılış anından buyana maddenin serüvenini kavramaya çalışıyorlar. Hz.Muhammed’in “Rabbim bana eşyanın -maddenin- hakikatini göster” duası ister istemez bu deneylerle birlikte belleğimde güncel bir yerlere yerleşti. Yerleşir yerleşmezde birkaç soru kafamda belirdi. Acaba insanlık Tanrının kudretini kavrayabilecek mi? Bu deneylerin sonucunda madde’nin içinde ki sır ifşa olacak mı? İnsanoğlunun bulduğu bilimsel veriler Tanrının fiiller olduğunu varsayarsak bizzat kendisine ait olan “kudretini” ne zaman idrak edebileceğiz?

Tanrının ilimin haricinde birde kudreti mevcut, her şeye kadir tek olan Tanrının kudreti, tüm maddeye sirayet etmiş gibi geliyor. Kuantum fizikçileri evrende her bir atomun hatta atom altı parçacıkların bir birleriyle iletişim ve etkileşim içinde olduğunu düşünüyorlar. Acaba bu etkileşim ve iletişim Tanrının kudreti olabilir mi? Ünlü İslam Bilgini Gazali “Güzel İsimler- Esma-el Hüsna” adlı kitabında “eşyalar her ne kadar zahiren -görüntüde- birbirlerine bağlı iseler de hemen hepsi aslında Allah’ın kudretine bağlıdırlar” sözünden muradı buna mı değinmekti? Bilim bizi ne zaman Tanrı gerçeğine ulaştıracak?

Müslümanların kutsal kitabı Kur’an da tüm insanlığın bir gün Tanrının tek gerçek olduğunu dünya hayatında yaşarlarken apaçık –bilimsel- bilineceğine işaret var. Bu gerçeği kavraya bilmemiz için maddenin özüne inmemiz gerekiyor. Belki insanlık bir gün maddenin özüne ulaştığında Tanrının buyruklarından başka bir şey bulamayacak. O zaman yaşanılan şaşkınlığı belki de “Rab her şeye kadirdir” diyerek hazmetmeye çalışacaklar. Kişisel kanaatim bilim bizi ona, mutlak gerçeğe bir gün mutlaka götürecek.

KZ

Neden Yalnızım?

İnsanlardan uzakta yalnızlığı seçtim yaşam olarak kendime, münzevi hayatı seçen insanlar vardır. Hani, ya bir günahın kefaretini ödemek isteyenler, ya da başarısızlığa uğramışlar veya azizler ve peygamberler gibi. Amaçları, Tanrıya daha yakın olmaktır. O yüzden kaçarlar tenha yerlere, ıssızlığın huzuruna, o muhkem gücün yalnızlığına. Benim ki farklı; bu kaçışım insanların bana verebilecekleri olası zarardan çok benim onlara kesin kes verdiğim zarardan ötürüydü. Kararımı verdim bir delilikti benim yaşadığım bu hal. Ama biraz farklı bir delilikti, akıllık zırhına bürünmüş türden bir delilikti. O yüzden mümkün olduğunca uzaklaşmalıydım insanlardan. Çünkü fikirlerim, insanların beyinlerine geçiyor, oradan sinir ağlarına bulaşıyor, onları felç edip nöronların bağlantısını değiştiriyor, hayat felsefelerini tarumar ediyordu.

Bu uzlet ve inziva hayatımda has bel kader biri beni ziyarete gelmiş olsa, tanıdık veya yedi el yabacı olmasına aldırmadan ilginç deliliğimden kaynaklanan tumturaklı sözlerimle, kafamda bir nehrin akışı gibi olan düşüncelerim büyük bir duygu seline kapılarak muhatabımın zihnine akıyordu. Oradan derhal gönlüne ulaşarak çörekleniyor, yerleşiyordu. Fena halde etkilenen ziyaretçimde şimdiye kadar oluşturduğu taklit karakterinin havuz duvarı çatırdamaya başlıyor arka taraftaki karakter suyu duvarın çatlaklarından sızıyordu. Kimilerinin duvarından büyük parçalar kopuyor ve sahip olduğu huyu bu çatlak ve patlaklardan akıyordu. Kimilerinin duvarı ise şimdiye kadar oluşturduğu baskıdan dolayı iyice yorulmuş ve yıpranmış oluyordu. Onların ki daha büyük bir gümbürtüyle parçalara ayrılıp taşlarını etrafa fırlatarak dağılıyordu. Bu dağılma esnasında fırlayan birkaç taşın kafama ve gözüme çarpması ise yaptığımın kefareti oluyordu.

Bazen de kendimi ifade edemiyor, dinleyeni şaşkına çeviren lakırdıları ardı arkasına sıralıyordum. Kimi zaman düşüncelerim o kadar değişkenlik arz diyordu ki, fikrimi karşımdakine yeni anlatmaya başlamışken aniden değişiyor, gelişiyor, farklılaşıyordu. Bu o kadar küçücük bir zaman parçacığında gerçekleşiyordu ki, bir cümleyi, kısacık, mini minnacık bir cümleyi ne kadar bir zaman diliminde söylerseniz işte o saniyeler içinde olan oluyordu bende.

Sanki kolumdaki saatten farklı bir zaman mevhumu vardı içimde. Saatin saniyesinin hareketini gözlemlerken benliğimde serkeş fikirlerin kasırgası çoktan başlamış, tüm bedenimi zıngırdatmış yorgun ve bitkin halde fikirleri bir örümceğin hassasiyetiyle örmüş birbirine bağlamış oluyordum. Bu sırada kurduğum cümle değiştiği için karşımdaki hiçbir şey anlamıyordu. Yeni edindiğim fikri paylaşmaya kalktığımda ise iş tekrarlanıyor yine fikrim değişiyordu. Dünyanın devamlı dönmesi gibi, hiçbir zaman tam olarak saati tam zamanında söyleyemeyiz. Söylemeye başladığımızda sözümüz zamana takılır, bittiğinde ise söylemek istediğim zaman geçmişte kalır. İşte bende ki bu hal yüzünden çevremdeki insanlardan uzakta, yalnız ve kimsesiz zamanı ölçmeye çalışıyorum, içimdeki, bendeki.

Daha sözcüklerden oluşan anlatımım bile söz ve konuşma ile zamana takılıyorsa, pekâlâ bendeki yazı yazma hali nereden çıktı? Yazı bir olgudur. Daha doğrusu içsel yaşanan bir olgunun olgunlaşmasıdır. Karışık, serkeş ve coşku dolu fikirlerimin sakin bir üsluba bürünmesi veya soyut kavramlarımın somut evrene bir tezahürüdür aynı bu evrene ait olmayan canlılığımın, bilincimin, öz benliğimin bir bedene, maddeye sirayeti gibi.

Her saniyede on üzeri kırk üç kez yeniden gerçekleşen "ben" i sözle, hepsinden ötesi yazıyla nasıl ifade edebilirim ki? Belki bunun mümkün olmadığını görmek ve yüzleşmek için yazmaya başladım. Ya da söz ve yazı sadece ucuz bir yakıştırmadır. Yaşadığım ve asla gerçek anlamda betimleyemediğim “ben” ve içsel deneyimlerimin basit bir yakıştırmasıdır. Belki sırf bu yüzden dolayı, asıl ile yakıştırma arasındaki farkı görmek için yazdım hep. Ucu gözükmeyen çöllerin engin sonsuzluğunda sözün nereye gittiğinin ve neleri yıkarak ayırt ettiğinin bir önemi olmadan yazdım hem de.

Efkârımın afaklarında yıldırım hızıyla dolaşarak kim olduğumu veya olmadığımı, görmek istediğimden yazdım. Aynaya bakıp kim olduğumu görmek gibiydi bu benim için. O yüzden yazmaya başladım. Kendimle yüzleşmek için.

Kendimi kendime, kim olduğumu yazarak ifade etmeliydim. Böylece hızlı, çok değişken olan fikirlerimin soyutluğundan bir kalıp çıkartıp, yazarak somutlaşabiliyordum. Kendime ne olduğumu ifade edebiliyordum. Dış dünyamda olması gereken kalıbı iç dünyamın alabildiğine dürüstlüğüyle sunmalıydım. Belki o zaman iki dünyamda barışır, çalkantılı hale gelmiş kişiliğim dinginleşir, yıkandıktan sonra banyoda oluşan sıcak su buharının aynayı esareti altına aldıktan sonra yavaş yavaş entropiye yenik düşüp kaybolarak yerine aynaya yansıyan suretimin belirmeye başlaması gibi. İşte yazmamın asıl sebebi anlaşılmak, bir başkası tarafından değil bizatihi kendim tarafından.

Platon “başlangıçta sadece söz vardır” demiş. Bu fikre karşı çıkmamakla birlikte bundan türetilen –özellikle dini çevreler tarafından- değişken ve çok çeşitli olmayan, sabit bir kader inancını asla benimseyemedim. Başlangıçta söz mü vardı bilemiyorum ama sonumuzun söz olup bunu belirleyeceği kesin gözüküyor.

Kendimize giden yollar çoktur, kimisi müzik yaparak, resim yaparak bu yolculuğunu gerçekleştirirken, kimisi de kahvede çay dağıtarak bu yolculuğu gerçekleştirir. Bense yazmaya çabalayarak bunu deniyorum. Çaba ile bunu ifade etmek istedim, çünkü hala gerçek anlamda içimi yazarak kelimelere sığdıramıyorum. Bir şeyi yapmakla o şeyi yapmaya çabalamak arasında cidden çok fark var. Ama yılgın değilim. Çabasızlığa erişmek için sabır ve uzun bir çaba gereklidir. Aynı yüce Mevlana’nın “Arayanlar bulamazlar, lakin bulanlar arayanlardır” sözü gibi. Nefes alıp vermek gibi olmalı yazı yazmak benim için. Şimdiki mücadelem, çabam budur.


KZ

Geçmiş gelecekmiş



Geçmiş geçmiştir diye
 söylüyorlarsa sana.

Bunun uydurulmuş
 bir palavra olduğunu
söyle sen onlara.


Geleceğin,
henüz yaşanmadığını
söylüyorlarsa sana.
Geleceğin,
bir sonra ki ana göre,
geçmiş olduğunu
söyle sen onlara.

KZ