Biz kimiz? Nereden geldik ve nereye aidiz? Niçin buradayız? Yapmamız istenilen veya yapmamız gereken nedir? Arayışımızı nasıl şekillendirmeliyiz? Nerede olmalıyız? Ya da bütün bu sorular anlamsız mı? Belki de tüm bu soruların cevabını zaten biliyoruz. Sadece sorarak hatırlama heyecanı yaşıyoruz. O yüzden bunları irdeliyoruz. Bize haz yaşatıyor bunu hatırlıyor olmamız. O yüzden hayata aç gözlerle bakıp kendimiz ve bu evrenle ilgili her şeyi didikliyoruz. Ta ki gerçek anlamda onu kavrayalım, idrak edelim diye. İdrak diyorum çünkü bilmek ile idrak etmek arasında temel bir fark vardır. İdrak anlama yeteneğidir, kavrayıştır. Bilmek ise çoğu zaman sadece kuramdan öte olmaz. Evet, bilmek, deneyimlemek ve olmak. Kuramsal bilgi sadece teoridedir. Onu hayata geçirmediğimiz takdirde gerçek anlamda oluşamayız. Peki, bizden istenilen olmamız gereken nedir?
Bir an için dünyaya bakalım; her gün binlerce insan açlıktan ölmekte. Açlıktan ölmeyenleri ise savaşarak öldürmekteyiz. Birbirimize yaşattığımız acılar yetmediği gibi yaşam tarzımızın bencilliğinden nefes alıp verdiğimiz gezegenimizi de yıpratmakta, onun düzenini bozmaktayız. Aslında hiç bir şey doğadan daha şefkatli değildir insana, aynı zamanda da ondan daha gaddar olmamıştır. İşte bu da insanın yaratış gücüyle alakalıdır ki bu yazımda açıklamak istediğim de tam olarak budur. Nihai amacımdan çıkıp şu anki konuya dönersek; Kısacası fesat çıkartan ve kan akıtan cani varlıklar gibi gözüküyoruz. Tanrının “Ben yeryüzünde bir HALİFE yaratacağım” dediğinde meleklerin “Biz seni hamd ile tespih ve takdis ederken, sen yeryüzünde kan akıtacak ve orada bozgunculuk –fesat- çıkartacak birini mi yaratacaksın”[1] diye sormaları boşuna değilmiş gibi gözüküyor.
Ancak Tanrının bu yaratışta büyük bir amacı var. Şimdiden sonra anlatmaya çalışacağım konu birçoğunuz için anlamsız gelebilir veya aşırı görüş olarak değerlendirebilirsiniz. Ancak yazımı okumaya devam ederseniz bu sizin gerçekle yüzleşmek isteyişinizin bir sonucu olacaktır. Çünkü anlatmaya çabalayacağım konu bizim “gerçekliğimiz-hakikatimiz” olacak. İlerleyen satırlarda, başta sorduğum sorulara bir nebze de olsa kendi adıma verdiğim cevapları bulacaksınız. Öncelikle bu hayata bir şeyleri öğrenmek için gelmedik. Zaten yaradılış itibarıyla biz bu bilgiye sahibiz[2], Tanrının ruhuna[3] sahibiz. Onun bilgeliğine sahip, O’ndan[4] olarak yaratıldık. İlk yaratılış yerimiz mana âlemidir. Zaten madde manadan meydana gelmiştir. İnsan kâinatın yaradılışından önce var edilmiştir. Kâinat sonradan insana yapacağı yolculuğu için bir elbise veya bir araç, bir mekân olarak yaratılmıştır. Bu yaratma da yoktan olmamış, vardan olmuştur[5]. Bir bakıma “var olan” tek hakikatin yani birliğin ikiye ve daha fazla parçalara bölünmesiyle ortaya çıkmıştır. Tek olan Hakk’ın tanınması için bir başka şeyin olması gerekmektedir. Tek olan, mutlak Hak(hakikatten)’tan başka bir şey olmadığına göre nasıl tanınabilirdi? Birin ikiye ayrılması şarttı. Bu yüzden ehli tasavvuf “Bir, ancak ikiyle zuhur eder” veya “Bir’in bilinmesi için mutlaka ikiye ihtiyaç vardır” demişlerdir. Yani var olan mükemmellik ancak bir başka şeyle, varlıkla gözlemlenmeli, ikinci bir referans noktası gerekmekteydi. Tanrı “ben bir gizli hazineydim bilineyim istedim o yüzden mahlûkatı yarattım” demesinin anlamı da budur. İşte Tek olanın kesrete (çokluğa)bürünmesi ve görünmesiydi bu.
Bu noktada biraz durup bir açıklama yapmak istiyorum. Görünen, görünmeyen her zerre Tanrıya aittir. Bu gün fizikçilerin Tanrı parçacığı adını verdikleri, maddenin içinde oluşabildiği, yüzebildiği bir parçacığı aradığını bilimle ilgilenenlerimizin çoğu bilmektedir. Bu noktada “Zatı Tek olanın zuhuru nasıl çok olabilir?” diye bir soru akla takılabilir. Burada iki boyutlu evren örneğini sizlere vermek isterim. İki boyutlu bir evren düşünün. Sadece en ve boy var, yükseklik yani derinlik yok. Üç boyutlu bir nesneyi bu evrene nasıl entegre edebilirsiniz? Bu mümkün değildir. Üç boyutlu bir nesnenin iki boyutlu bir evrende sadece temas noktaları gözükecektir. Yandaki resimdeki el izi gibi, yani el tek olmasına tek ama iki boyutlu bir âlemde bu şekilde bir sürü anlamsız, onu gerçek anlamda tasvirden uzak çizgilerden müteşekkil gözükecektir. İşte, Bir’in bu âleme tecellisi, tezahürü bu şekilde olur. Ancak bütüne çok uzaktan, aklımızın ufuk sınırlarını zorlayarak baktığımızda, gördüğümüz gerçek az da olsa bize eli tanıma fırsatı verir. İşte bu noktada kişi gerçek anlamda bütünü görmüş, macerasını yaşamış ve tatmin olmuş olarak rabbine döner. “Ey tatmin olmuş nefis!, Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön”[6]. Böylece gaye tamamlanmış olup artık Bir bilinmiştir. Peki, bu macera nedir? Nasıl başlamıştır? Bizim değerimiz, rolümüz nedir? Çok önemli olan bu soruları bilgimin ve gönlümün elverdiği ölçüde sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Yazıma, Bakara süresinde Âdem’in yaratılışını anlatan bir ayeti size aktararak başlamıştım. Oraya dönüyorum. Başlığın ana temasını oluşturan ayettir bu. Rabbin kendisinin bilinmesini istemesinin ardından mana âleminde insanı en iyi şekilde yarattı.[7] Yarattığı bu “kendinden olan ruhlar”, içlerinde Rabbe ait bilgilerle yaratıcı özelliklerini göstermek istediler. Ancak bunun için uygun zemin yoktu. İlk yaratılışın ardından bir kaos yaşandı. Bunun üzerine Tanrı ruhlara “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” dedi[8]. Yeni yaratılmış, kuramsal bilgiye sahip olan bizler cevap veremedik. Bu sorunun cevabını ancak dünya hayatında, kevn ve fesat (oluş ve bozuluş) âleminde deneyimler yaşayıp, şekillendirip tekrar bozarak, en nihayet Tanrının ahlakıyla ahlaklanarak, Ona benzeyerek verebilecektik. Böylece Tanrı kâinatı zatından Huvezzahir ismi gereği yarattı. Ehli tasavvuf “Ahadiyetin Vahdaniyete intikali” demişlerdir buna. Kuramsal bilgi yeterli olmadığı için o, şu ve bu yaratılarak farklar meydana geldi. Bizim tercihler yaparak oluşumumuz için aslında gölgeden ibaret olan bu kâinat yaratıldı. Görünen bu gölge de asıl itibarıyla manaya tabidir. Bu mana Hak’tır. Mananın yani Hakk’ın görünebilmesi için zıtlıkların içinde barındırdığı sıfat ve isimlere bürünmesi gerekmekteydi. Zıtlıklar bu âlemi yarattı. Böylece Hak bu âleme Zatı itibarıyla tek, sıfat ve isimler itibarıyla çift tecelli etti. Bu tecelliyat gizlenerek hassas dengelere büründü. Onu kendimizden veya Tanrıdan gayrı sandık. Kâinattaki bu tecelliyat, bizim manamızı muhafaza edecek bir kap gibidir. Ve gerçek anlamda bizim manamızın irade şeklinde bir yansımasıdır. Hakkın bu tecelliyatından, tüm kâinatı bize musahhar(amade) kılmasından muradı; burada gelişerek yaratmayı deneyimlememiz ve irademizi kullanarak hayatımızı yönetmemizdir. Sonuç itibarıyla şu an gözüken evren bizden çıkıp bu hale gelmiştir. Şöyle bir benzetme yaparsam daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum. Rabb kendi zatından bizi yarattı. Yaratılan bizim özümüzden de âlemi yarattı. Ehli tasavvufun “İnsan kâinatın özüdür, gözüdür”, “Âdemsiz âlemler kâinat olmaz”, ”Kâinatın aslı insandır”, “Kâinatın tohumu insandır” deyişlerinin sebebi de budur. Son aktardığım deyiş ise noktayı koyan bir sözdür.
İşte bizden çıkan bu kâinat sonunda meyve veren bir ağaç gibi madde ve mananın ünsiyeti anlamına gelen insanı yani bizi oluşturmuştur. Bizim için, bizden oluşan bir evrendeyiz şu an. Onu istediğimiz gibi şekillendirebileceğimizi bir kavrayabilsek. Üstün bir biçimde yaratılan manamız, bu kesif ve süfli âleme hükmedebileceğini bir kavrayabilse tüm şikâyetlerimizden kurtuluruz. Çünkü kâinatta olan tüm olaylar insandan yansıyan enerjilerdir. Bu anlamda kâinat insanın aynadaki görüntüsünden başka bir şey değildir. Madem koskoca kâinat bizim manamızdan yaratıldı ve sonra onun meyvesi konumundaki bedene bürünmüş olan bize musahhar(amade) kılındı, o halde neden maddeye hükmedemeyelim? Üstelik maddeden oluşan bu kâinatın; bir enerjinin, bir nur parçasının genişlemesinden oluştuğunu da biliyorsak…
Tüm evren enerjinin maddeye madeninde enerjiye dönüşmesine şahitlik etmiyor mu? İşte bu noktada bizim yaratım gücümüz devreye girebilir ve enerji hareket halindeyken yaratımımız gerçekleşebilir. Yeterince enerjiyi harekete geçirdiğimizde maddeyi şekillendirebildiğimize göre onu yaratabiliriz de. İşte tam bu noktada şu soruyu soruyorum size: Halife nedir? Neye yarar? ve imkânları nelerdi? Ayrıca Tanrı “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde, neden melekler ona “Yeryüzünde kan akıtacak ve fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın” desinler? Burada Âdeme verilen gücü görebiliyor musunuz? Bundan sonraki ayetler ise daha hayret uyandırıcıdır. “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra meleklere yönelerek, ‘Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi. Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler”.
Meleklerin bile kavrayamayacağı bu isimler nelerdir? Kur’an yorumcuları bu isimlerin yani esmanın yorumunu; İnsanoğlunun isimlendirme yeteneğinin olması olarak yorumluyorlar. Peki, ayette geçen “külleha-Tamamını” ne anlama geliyor? Yani “Tanrı esmanın –isimlerin- tamamını âdeme öğretti” ne demek oluyor? Acaba bundan tüm Kâinatın bilgisinin insanın nüvesinde, çekirdeğin olduğu anlamını çıkarsak yanlış mı yapmış oluruz. Kesinlikle doğru bir yorum olacağına inanıyorum kaldı ki bazı İslam âlimleri bu konuda aynı yorumu yapmışlardır. Burada Müslüman bir aydın olarak değerlendirilen Muhammet İkbalin “İnsana sığabilene kâinat, kâinata sığamayana insan derim" sözünü de hatırlatmak isterim. Ayrıca yukarıdaki ayetlerde farkındaysanız meleklerin çok ilginç bir savunmaları vardır: “Biz seni hamd ile tespih eder ve seni her şeyden tenzih ederken neden yeryüzünde kan akıtacak ve orayı fesada boğacak bir kimse yaratıyorsun?” yani “Biz varken ibadet etmek için başka bir varlığa neden ihtiyaç var ki? Hem de yeryüzünü fesada boğacak kadar güçlü bir varlık” Emin olun, ilerleyen ayetlerde insanın daha büyük bir gücünün olduğunu göreceksiniz. Velhasıl Tanrı “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” diyerek kelamına devam ediyor.
Şimdi konunun en can alıcı noktasına ulaşmış olduk. O da en etkili ve yaratıcı yönümüzdür ki tüm kâinatı adeta dize getirmektedir. Çok bilindik, her an bizimle olabilen bir yönümüzdür. Bu, bizim içimizdeki en büyük oluşumu sağlayandır. Evrenin gizeminin simyasıdır. Az önce yukarıda bahsettiğim; maddeye ve enerjiye hükmettiğimiz andır. En zorlu anlarda yaptığımız tercihlerin, en büyük zaferlerimiz olacağını bilmeliyiz. Çünkü katışıksızdır o an. Tercihimizin uygulamaya geçmeden önceki, seçimimizden az önceki ana gitmenizi tavsiye ediyorum. Orada görülen bizim gerçek gücümüzdür ki, bu gerçek arzumuzdur. Salttır. Katışıksızdır. Karar anıdır. Tüm samimiyetle orada duran “NİYETİMİZ” dir. Tam bu noktada İslam peygamberinin bir sözünü hatırlatmak istiyorum. “Ameller niyetledir”[9] yani tüm davranışlarımız, tüm deneyimlerimiz niyetle oluşmaktadır. O’nun yaratıcı gücü karşısında tüm kâinatı dize getiriyoruz. Niyet; saf enerjidir. Sahip olduğumuz ve olacağımız her niyet yaratıcıdır. Onun enerjisi asla ölmez. Varlığımızdan fırlayarak tüm evrene yayılır. Gerçekleşene kadar dolaşır. Bu yüzden melekler ve tüm kâinata bize secde etme emri verilmiştir[10]. On sekiz bin âlemin birleştiği, kesiştiği noktayız. Hem Rabbaniyeti(tanrılığı), şeytaniyeti, melekiyeti, hayvaniyeti, nabatiyeti hem de cemadiyeti(katılığı maddeliği) içinde barındıranız. İşte tüm kâinat zaten bunlardan ibaret olduğu için “Ben yere göğe sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım” lütfüne mazharız. Tüm kâinatı yaradan Allah bu kalbe sığabiliyorsa, bu âlemde en büyük tecellisi, tezahürü olan ancak âdem aynasında gerçekleşiyorsa tüm kâinatın kıblesi insandır.
İlgili Video görüntüleri:
İnsanın düşünce gücü ve Madde'nin aslı
http://www.facebook.com/video/video.php?v=1514416789008&ref=mf
2 boyutlu ve 3 boyutlu evrenin farkını anlatan video görüntüsü
http://www.facebook.com/video/video.php?v=1404704430567&oid=115257705165513&comments&ref=mf
Önemli Notlarım:
1-Niyet “Nun, Vav, Ye”: Arapça olan bu kelimenin kökü “çekirdekli olmak” tır. Aynı kökten çıkan bir diğer anlam ise, hazır olun “Atom çekirdeği” dir.
2-Yukarıda mana âlemimi sizlere yazarak paylaşmamda feyiz aldığım, gerçek bir “Yol ehli olan” Lütfi Filiz’e sonsuz şükranlarımı bir vesile sunmak isterim.
[1] Bakara 30
[2] “Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti.” Bakara 31
[3] “Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: 'Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın' " Sad 71-71
[4] "Onlara bir musibet geldiğinde: 'Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz' derler" Bakara 156
[5] “Kün emri yani ol emri bir muhataba olması gerek. Muhatap yoksa neden emir verilsin? işte o muhatap bizzat Tanrının Zatıdır. “
[6] Fecr 27-27
[7] “Biz elbetti insanı en güzel biçimde yarattık” Tıyn 4-5
[8] A’raf 172
[9] Birçoğumuz bu hadisi farklı bir mealde bilebilir. Yukarıda birebir tercümesini yaptım. İnnemal a’malu binniyat
[10] “Hani meleklere, ‘Âdem için secde edin’ demiştik” Bakara