24 Eylül 2012 Pazartesi

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Sıbgatullah, Allah Boyası

Zerrelerden oluşan bu hayatı sensel, bensel ve tensel ifadelerden kurtarabilirsen özgürlüğün keyfini sürersin. Herkes birbirini fikriyle, ifadeleriyle boyar ve esareti altına alır. "Allah'ın boyasından daha güzel kimin boyası olabilir ki!"


KZ



12 Nisan 2012 Perşembe

Bilgi Özgürlüğü

Kendinden elde etmediğin bir bilgi ile konuşmak, sağlak olmana rağmen sol elle imza atmaya benzer. Bu düzgün olmayacaktır, bu ancak sol elini eğitip onunla imza atma deneyimini yaşayarak mümkün olabilir. Bu tecrübeden mahrum olan sol elle attığın imza sağ elle attığın imzaya asla uymayacaktır. Aynı, amel etmeden sadece okuyarak veya duyarak elde ettiğin bir bilginin sana uymaması gibidir. Sana uyması için; bildiğin veya bildiğini sandığın o bilgiyi hayata uyarlayarak onu yaşanabilir bir bilgi kılman gerek. Çünkü ancak yaşanan bir bilgi gerçek anlamda insana uyar ve yakışır.
Ayrıca yaşanabilir bir bilgi insana daha derin bilgi kaynağı olur. İşte insan bildiklerini hayata geçirip onları tecrübe ettiğinde gerçek anlamda o bilgiye sahip olur. Bilgi sahipliği kavramı ile izah etmeye gayret ettiğim bilginin uygun yerde kullanılabilirliğidir. Size ait olan bir bilgiyi istediğiniz yerde kullanabiliyor olmanız da bir özgürlüktür.
KZ

7 Nisan 2012 Cumartesi

Aşk Üzerene Gönlümün Dedikleri 1

Ah Allahım ah

Derler ki, âşık her yeni bir güne, maşukuna bir önce ki günde duyduğu âşkı inkar ederek girermiş. Her yeni bir günde ona yeniden âşık olur, bir önceki günkü duygusunu aşk olarak nitelemezmiş.

Sübhanım Allah, AHH

KZ

25 Mart 2012 Pazar

Haşr-u Neşr


Öte alemde birdik,
Bu alemde dirlendik. 
Haşr-u Neşri bildik, 
Tehvid'e erdik.

KZ

29 Şubat 2012 Çarşamba

Şeriat, Hakikat, Marifet ve Hikmet


Şeriat, bir cihazı koruma amaçlı kılıfı veya kapağı gibidir. Bir televizyonun dış ünitesi-tasarımı (kapağı) televizyonu dış etkilerden koruduğu gibi insanların gözlerini rahatsız etmeyen, estetik bir görünüşü de vardır. Bu noktadan baktığımızda televizyonun içindeki devreler ve kablolar cihazın hakikatine işarettir. Bu devreleri dışarıdan saran dış tasarım-kapak, iç alemin, gözler önüne serilmesine mani olan, hakikati ehli olmayan kişilere karşı koruyan şeriat misalidir. 

Ne sadece kapağa ne de içindeki devrelere "Bu televizyondur" diyebiliriz. Çünkü temelde iki cihetin yani iç ve dış cihetin bir araya gelerek komplike çalışmasıdır televizyon. İşte şeriat ile hakikat arasındaki ilişki de aynen böyledir. İkisinin (şeriat ve hakikat) birleşmesinden marifet doğduğu gibi dış tasarımı ile devrelerini bir araya getirdiğimizde yayınlananı seyredebilecek evsafda gerçek bir televizyon elde ederiz.

Televizyon kullanıcısından televizyonun iç alemi olan devrelerin nasıl çalıştığını bilmesi beklenmediği gibi şeriat ehlinin, işin hakikatini bilmesi de beklenmez. Her işin mütehassısı ayrıdır. Şeriatın özünü herkes idrak edemeyebilir. Ancak hakikatle uğraşanlar şeriatın sırrını bilir. Televizyon tamircisi devrelerin nasıl çalıştığını bilmesi gibi ehli hakikat de şeriatın sırrına muttalidir. Şeriatın sırrına muttali olanlar insan marifetine muttali olurlar. İnsan marifetine muttali olanlar da onun neden ve niçin yaratıldığını yakinen idrakederler.

İmam Gazali Hazretleri de aynı konu hakkında Ceviz ve Kabuk benzetmesini yapmıştır. Kabuk olmasa iç kendini koruyamadığı gibi içi olmasa kimse kabuğa itibar etmezdi. Kabuk korur, muhafaza eder. Koruyan koruduğu şeyi saklar, gizler. Saklanan tutulur ve kolay görünmediği için gizlenmiş olur. Hıfz kelimesinin anlamında da saklamak, korumak ve gizlemek yatmaktadır.

Bundan da "Şeriat, hakikati koruyor saklıyor ve gizliyor" anlamına ulaşırız. İşte onu açan o hakikati, gizleneni ortaya çıkaran bir bilene ihtiyaç duyulur. Herkes televizyon seyredebilir lakin vidalarını sökerek parçalara ayıramaz. Daha doğrusu buna yeltenmemeli.. Çünkü bir cihazı uzmanının (yetkilisinin) dışında birisinin açması cihazı garanti kapsamının dışına çıkarır. İşte marifet ehlinin durumu budur. Onlar şeriatı da hakikati de bildiklerinden bir televizyon tamircisi gibi bu konuları irdeleyebiliyorlar. Televizyonu düzgün bir şekilde açıp tamir yapabilen bir tamirci gibi insan denen bu muamma onlarda gayb olmuyor. Nitekim Allah Teala Hazretleri bu nevi insanların olduğunu bizlere haber vermektedir “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak Ulul Elbab tezekkür eder.”1. Hikmet kelimesinin bu nevi insanlara işaret ettiğini anlamak çok da zor bir durum değil. “Hikmet, marifettir” diyen yol ehli , hikmeti hep bir işin bidayetini, nihayetini, görünenini ve görünmeyenini tam ve detaylı bilme olarak değerlendirmişlerdir.2 İşin aslını, esasını tam olarak bilme yetisidir ve Allah vergisi bir durumdur.3 Böylece Hikmet, işin Şeriatini(Zahirini) ve hakikatini(Batınını) kavrayıp tek potada eriterek marifete ulaşma olarak manada yerini almış bulunmaktadır.


Bir diğer ifadeyle "Ehl-i Şeriat hakikatın hamileridirler." de denebilir.  Aslı koruyan hakikat  muhafızlarıdırlar. Ehlullah bunu bir ele benzetir. Elin dışı şeriati temsil eder,  içi yani avuç ise hakikati temsil eder. Gizlemek ve muhafaza etmek istenildiğinde avucun içi kullanılır. Buna sebep dervişan arasında efendilerin avuç içlerinin öpülmesi edepten sayılır. Salik/yolcu  kendi hakikatini öpmektedir filhakika. 
İki peygamberin durumuyla da konumuzu izah etmişlerdir. Musa aleyhisselâm elin dışını ifade eder ve tabii olarak tenzihi (emirler ve yasaklardan oluşan) bir dini hayat görüşüne sahipken, İsa aleyhisselâm avuç içini ifade eder ve teşbihi bir dini hayat görüşüne sahiptir. Bu iki görüş Rasul-u Kibriya , Kainatın Efendisi Cenab-ı Basafa Muhammed Mustafa'da cem ve tekmil olmuş ve din-i mubin-i İslam marifet dini olarak insanlığa tebliğ edilmiştir. İşte tarikat da bu gerçeği salike/yolcuya ifşa ederek yaşatan kurumdur. Bunu da şeriat ve hakikati,  marifeti elde etmek için tevhid ederek yapar. Bu marifeti tevhid etmenin yolu da ebrar olmaktan geçer. Ebrar olmak ölmeden önce ölmekle gerçekleşir. Bu insanın miracıdır. Nitekim Habib-i Kibriya Efendimiz Miraçtan geldikten sonra namaz ve diğer ahkamı tebliğ etmeye başlamıştır. Bunun anlamı şeriatın hakikatini ancak Ebrarlar(ölmeden önce ölenler) kavrayabiliyor olmasıdır.




KZ


1  يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ Bakara 269
2  هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ Hadid 3
3  بَلْ هُوَ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ فِي صُدُورِ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ  Ankebut 49 “Bilakis o kendilerine ilim verilmişlerin sadrlarında apaçık ayetlerdir."

28 Ocak 2012 Cumartesi

Kendinden Elde Ettiğin


İki tür yazar vardır. Birinci tür yazarlar harflerden sözcükler,  sözcüklerden cümleler dizerler. Sonra bunları sayfalara yazarak, okunması için kitap haline getirirler. Bu şekilde, yazarak, kafalarındaki çıplak fikirlerine elbiseler biçip kamuoyunun beğenisine sunarlar. İnsanlar onların kitaplarını birkaç kuruşa satın alıp okuyarak fikirlerine sahip olurlar. Bilindik yazarlardır bunlar.
İkinci tür yazarlar da harfleri kullanırlar. Yalnız bunlar oluşturdukları cümlelerle, dinleyenlerin gönüllerine sevginin bin bir halini yazarlar. Bunlar “gönül yazarları” dırlar. Yaptıkları işe de nakşetme derler. Büyük bir itina ile yavaş yavaş insanların gönüllerine sevgi desenini nakşederler. Nakşedilen bu desen sayesinde, gönüllerin içinde tamamıyla kendilerine ait fikir filizleri oluşur. Bu yazarlar fikir empoze etmezler. Onlar, nakşettikleri sevgi desenini seyrettirerek muhataplarına, kendilerine ait fikirler ürettirirler. Bunların yazdıkları, sanılanın aksine daha kalıcı ve dinamiktir; çünkü kişilere yaşattıkları sevgiyle, fikir ve duygu üretimi yaptırmaktadırlar. İnsanlar kendileri ürettikleri için fikirlerine sahip çıkarak onları kalıcı kılarlar. Gönül yazarları, yazdıkları yazılara tepkileri hemen aldıklarından yanlış anlaşılmalara mahal vermeden, yazılarını o anda tashih veya şerh ederler. Onların imla kuralları; jestleri ve mimikleridir.
Sonra nakşettikleri bu gönüllerin sahipleri nas’a(halka) karışırlar. Böylece dışarıdaki insanlar onların okuyucusu olurlar. Gönüllerine yazılan sevginin okuyucusu olurlar. Gönüllerindeki sevgiyi okuyanlarla paylaştıkça başkalarının da içlerinde yeni fikir filizleri oluşmasına sebep olurlar. Üretilen bu fikirler, sevgi kaynaklı ve kendilerine ait olduğu için onların sahibine has bir kokuları olur. Evet, koku. Mis gibi kokarlar. Gönülleri sevgiyle dolu oldukları için fikirleri pislenmez. Pislenmediklerinden dolayı bebekler gibi saf kalırlar ve onlar gibi mis kokarlar. Nasıl ki bir kitabın kendine has mürekkep ve kâğıt kokusu varsa bu insanların da gönüllerinden çıkan, etrafındakileri mest eden hoş kokuları vardır. Bütün gün dolaşarak sevgilerini paylaşırlar bu gönül kitapları. Belki bir kasabın dükkânına veya zerzevat pazarına uğrar orada onu koklayanlar tarafından okunurlar. Nasiplenenler, feyiz alanlar olur. İşte maharet kitaplara yazı yazmada değil “gönüllere yazma” dadır. Benim, olmayı istediğim yazar türü budur. Çevremizdekilere, en yakınlarımızdakilere bir şeyler anlatamıyorsak uzaktakilere ne anlatabiliriz ki? Anlatmaya çalışanlar yok mu? Var. Ancak, ben bunu beyhude bir caba olarak değerlendiriyorum.
Böyle bir yazar olabilmek için insanın her şeyden önce merkezden başlaması gerek. Hem de tam merkezden, yani kendimizden. Önce kendimize anlatmamız gerek içimizdekileri. Kendimizi ikna etmemiz gerek başkalarından önce.  Hani derler ya: “Bir insanın kendinden elde ettiği bir fikir tabi bir uzvu gibidir.“
Aslında her birimiz bir kitabız. Kâh biz yazarız bu kitaba kâh birilerinin yazmasına müsaade ederiz. Nasıl ki kılık kıyafetine özen göstermeyen kişiler, etraflarındakileri hafife aldığını ele verirse,  özenmeden,  titizlenmeden yazılan,  derin olmayan, yüzeyde kalmış bir yazı okura sarsıcı saygısızlığını gösteriyorsa, kendi kitaplarımıza(gönlümüze, karakterimize) yazdıklarımız da aynen öyle değerlendirilir. Kendimize kötü, boş, yüzeysel, anlamsız, tutarsız,  kafa karıştırıcı, silik yazdıklarımız da okuyucu tarafından reddedilecek, kabul görmeyecektir. Bazen lüzumsuz sözcüklerle düşünce sefaletimizi gizlemeye çalışırız ve sadelikteki basitliğin o erdemli duruşundan uzaklaşırız. Şatafatlı ve görkemli sözcüklerde kendimizi gizleriz. Bir mimarın titizliğiyle, özenerek yaratsak kendimizi herkes bizi okumaktan keyif alacaktır. Sohbetimiz gönülleri tutuşturacak, yazılarımız başkalarını yüreklendirecektir.
Her birimiz birer kitapsak tercihlerimizle onu yazıyoruz demektir. Bu aslında, sonucu biliyor olduğumuzu gösterir. Çünkü yazarlar sonucu bilirler. Onlar okurun aksine coşkularını o istedikleri sonuca götürecek sebepleri yaratırken yaşarlar. Okur, sayfaları hatmederek ilerlerken sonucu merak eder, yazar ise sebepleri.  İşte, kendi kitabımızın sonucunu biliyoruz derken bunu kast ediyorum. Tercihlerimizi kullanarak, bizi sonuca ulaştıracak sebepleri yaratmak için dünyaya geldik. Bir sürü senaryodan tercih ettiğimiz zamanı ve hayatı yaşıyoruz. Böylece bildiğimiz ama hatırlamadığımız sonuca ulaşıyoruz. Kendi senaryomuzda başrolü oynarken bir başkasının senaryosunda figüran olmamız, bu mucizevî mukadderatın bir cilvesi değil mi?
Tam anlamıyla dünya; deneyimler yani değişimler merkezidir. Tüm bu değişenler arasından değişmeyen gerçekliği bulmak asıl derdimiz olmalıdır. Başka dertler edinirsek büyük yanılgılar içine düşerek tuzağa yakalanırız. Bir yandan kaybettiklerimizin hüznünü yaşarken diğer yandan kaybedeceklerimizin korkusu içine düşeriz. Hüzün geçmiştedir. Daha önce sahip olduğun bir şeyi kaybetmenin kederidir. Korku ise gelecektedir. Sahip olduğun bir şeyi yitirmek istemeyişinin şiddetli arzusudur. Zaman izafidir. Ne geçmiş ne de gelecek olmadığına göre zaman bir aldatmaca, bir düzmecedir. Sadece an vardır ve Tanrı andadır, şu anda, şimdidedir. Bu yolculuğunun amacı Tanrı’ya ulaşmaktır. O yüzden anda kalınmalıdır. Çünkü ancak anda kalarak geçmişin ızdıraplarından ve geleceğin kaygılarından arınılır. Aksi takdirde Allah; Muntekiym ismi gereği asıl olmayan, sahte dertlerimizin hepsinden intikam alarak onları bizden uzaklaştırır. Bu da korkularımızla mutlaka yüzleşeceğimiz anlamına gelir ki, kaçışı imkânsızdır. Tasavvuf ehli bu hale “hak geldi, batıl zail oldu” derler. Böylece amaç gerçekleşmiş olur.  Bilinmek istediği için kendini başkalaştırarak yarattığı bizler, ancak onda tatmin oluruz.
KZ