İki tür yazar vardır. Birinci tür
yazarlar harflerden sözcükler,
sözcüklerden cümleler dizerler. Sonra bunları sayfalara yazarak,
okunması için kitap haline getirirler. Bu şekilde, yazarak, kafalarındaki
çıplak fikirlerine elbiseler biçip kamuoyunun beğenisine sunarlar. İnsanlar
onların kitaplarını birkaç kuruşa satın alıp okuyarak fikirlerine sahip
olurlar. Bilindik yazarlardır bunlar.
İkinci tür yazarlar da harfleri
kullanırlar. Yalnız bunlar oluşturdukları cümlelerle, dinleyenlerin gönüllerine
sevginin bin bir halini yazarlar. Bunlar “gönül yazarları” dırlar. Yaptıkları
işe de nakşetme derler. Büyük bir itina ile yavaş yavaş insanların gönüllerine
sevgi desenini nakşederler. Nakşedilen bu desen sayesinde, gönüllerin içinde
tamamıyla kendilerine ait fikir filizleri oluşur. Bu yazarlar fikir empoze
etmezler. Onlar, nakşettikleri sevgi desenini seyrettirerek muhataplarına,
kendilerine ait fikirler ürettirirler. Bunların yazdıkları, sanılanın aksine
daha kalıcı ve dinamiktir; çünkü kişilere yaşattıkları sevgiyle, fikir ve duygu
üretimi yaptırmaktadırlar. İnsanlar kendileri ürettikleri için fikirlerine
sahip çıkarak onları kalıcı kılarlar. Gönül yazarları, yazdıkları yazılara
tepkileri hemen aldıklarından yanlış anlaşılmalara mahal vermeden, yazılarını o
anda tashih veya şerh ederler. Onların imla kuralları; jestleri ve
mimikleridir.
Sonra nakşettikleri bu gönüllerin
sahipleri nas’a(halka) karışırlar. Böylece dışarıdaki insanlar onların
okuyucusu olurlar. Gönüllerine yazılan sevginin okuyucusu olurlar.
Gönüllerindeki sevgiyi okuyanlarla paylaştıkça başkalarının da içlerinde yeni
fikir filizleri oluşmasına sebep olurlar. Üretilen bu fikirler, sevgi kaynaklı
ve kendilerine ait olduğu için onların sahibine has bir kokuları olur. Evet,
koku. Mis gibi kokarlar. Gönülleri sevgiyle dolu oldukları için fikirleri
pislenmez. Pislenmediklerinden dolayı bebekler gibi saf kalırlar ve onlar gibi
mis kokarlar. Nasıl ki bir kitabın kendine has mürekkep ve kâğıt kokusu varsa
bu insanların da gönüllerinden çıkan, etrafındakileri mest eden hoş kokuları
vardır. Bütün gün dolaşarak sevgilerini paylaşırlar bu gönül kitapları. Belki
bir kasabın dükkânına veya zerzevat pazarına uğrar orada onu koklayanlar
tarafından okunurlar. Nasiplenenler, feyiz alanlar olur. İşte maharet kitaplara
yazı yazmada değil “gönüllere yazma” dadır. Benim, olmayı istediğim yazar türü
budur. Çevremizdekilere, en yakınlarımızdakilere bir şeyler anlatamıyorsak
uzaktakilere ne anlatabiliriz ki? Anlatmaya çalışanlar yok mu? Var. Ancak, ben
bunu beyhude bir caba olarak değerlendiriyorum.
Böyle bir yazar olabilmek için
insanın her şeyden önce merkezden başlaması gerek. Hem de tam merkezden, yani
kendimizden. Önce kendimize anlatmamız gerek içimizdekileri. Kendimizi ikna
etmemiz gerek başkalarından önce. Hani
derler ya: “Bir insanın kendinden elde ettiği bir fikir tabi bir uzvu gibidir.“
Aslında her birimiz bir kitabız.
Kâh biz yazarız bu kitaba kâh birilerinin yazmasına müsaade ederiz. Nasıl ki
kılık kıyafetine özen göstermeyen kişiler, etraflarındakileri hafife aldığını
ele verirse, özenmeden, titizlenmeden yazılan, derin olmayan, yüzeyde kalmış bir yazı okura
sarsıcı saygısızlığını gösteriyorsa, kendi kitaplarımıza(gönlümüze,
karakterimize) yazdıklarımız da aynen öyle değerlendirilir. Kendimize kötü,
boş, yüzeysel, anlamsız, tutarsız, kafa
karıştırıcı, silik yazdıklarımız da okuyucu tarafından reddedilecek, kabul
görmeyecektir. Bazen lüzumsuz sözcüklerle düşünce sefaletimizi gizlemeye
çalışırız ve sadelikteki basitliğin o erdemli duruşundan uzaklaşırız. Şatafatlı
ve görkemli sözcüklerde kendimizi gizleriz. Bir mimarın titizliğiyle, özenerek
yaratsak kendimizi herkes bizi okumaktan keyif alacaktır. Sohbetimiz gönülleri
tutuşturacak, yazılarımız başkalarını yüreklendirecektir.
Her birimiz birer kitapsak
tercihlerimizle onu yazıyoruz demektir. Bu aslında, sonucu biliyor olduğumuzu
gösterir. Çünkü yazarlar sonucu bilirler. Onlar okurun aksine coşkularını o
istedikleri sonuca götürecek sebepleri yaratırken yaşarlar. Okur, sayfaları
hatmederek ilerlerken sonucu merak eder, yazar ise sebepleri. İşte, kendi kitabımızın sonucunu biliyoruz
derken bunu kast ediyorum. Tercihlerimizi kullanarak, bizi sonuca ulaştıracak
sebepleri yaratmak için dünyaya geldik. Bir sürü senaryodan tercih ettiğimiz
zamanı ve hayatı yaşıyoruz. Böylece bildiğimiz ama hatırlamadığımız sonuca
ulaşıyoruz. Kendi senaryomuzda başrolü oynarken bir başkasının senaryosunda
figüran olmamız, bu mucizevî mukadderatın bir cilvesi değil mi?
Tam anlamıyla dünya; deneyimler
yani değişimler merkezidir. Tüm bu değişenler arasından değişmeyen gerçekliği
bulmak asıl derdimiz olmalıdır. Başka dertler edinirsek büyük yanılgılar içine
düşerek tuzağa yakalanırız. Bir yandan kaybettiklerimizin hüznünü yaşarken
diğer yandan kaybedeceklerimizin korkusu içine düşeriz. Hüzün geçmiştedir. Daha
önce sahip olduğun bir şeyi kaybetmenin kederidir. Korku ise gelecektedir.
Sahip olduğun bir şeyi yitirmek istemeyişinin şiddetli arzusudur. Zaman
izafidir. Ne geçmiş ne de gelecek olmadığına göre zaman bir aldatmaca, bir
düzmecedir. Sadece an vardır ve Tanrı andadır, şu anda, şimdidedir. Bu
yolculuğunun amacı Tanrı’ya ulaşmaktır. O yüzden anda kalınmalıdır. Çünkü ancak
anda kalarak geçmişin ızdıraplarından ve geleceğin kaygılarından arınılır. Aksi
takdirde Allah; Muntekiym ismi gereği asıl olmayan, sahte dertlerimizin
hepsinden intikam alarak onları bizden uzaklaştırır. Bu da korkularımızla
mutlaka yüzleşeceğimiz anlamına gelir ki, kaçışı imkânsızdır. Tasavvuf ehli bu
hale “hak geldi, batıl zail oldu” derler. Böylece amaç gerçekleşmiş olur. Bilinmek istediği için kendini
başkalaştırarak yarattığı bizler, ancak onda tatmin oluruz.
KZ
Gönlümüze yazdığınız bu güZel yazınızı paylaştığınız için çoook teşekkürler Efendim.
YanıtlaSilİnşallah bizler de gönlümüze nakşedilenleri hakkıyla anlayıp, anda kalarak,sizin deyişinizle değişen yüzlerde değişmeyeni gören aşıklardan oluruz.