Osman Kemali (Melâmi Efendisi)
İnsan ikiden hâli değil işbu cihanda,
İnsan ikiden hâli değil işbu cihanda,
Yâ canını ten, yâ teni cân eyledi gitti!
---
Eğer ten besler isen fil olasın,
Gıdâyı ruha ver, Cibril olasın!
Sanma her sûret-i insânda olan insândır,
Belki hayvanları mahcûb edecek hayvândır.
Zarf-ı insâna bürünmüş nice hayvân var ki,
Ona insan demek, insanlığa bir bühtândır.
Aç gözün, “Ahsen-i takvîm”e gerek Ahsen-i huluk,
Hulku hayvân olanın âkıbeti hüsrândır.
Sırr-ı Mevlâ’ya erip, kisve-i abde bürünen,
Yüzü insân, özü Yezdân, sözü hem Kur’ân’dır.
---
Bu vücûd iklîmine bin cân gelir, bir cân gider.
Gâhî cânân cân olur, gâh cân bî-cânân gider.
Emr-i nefse râm olup, dâim mücâhid olmayan,
Hâib ü hâsir kalır, nâdân gelir nâdân gider.
Her hevâ mahvolmadan etmez tecellî “fakr-ı küll”,
Giymeyen takvâ donun, şâh olsa da hırmân gider.
Bilmeyen asl-ı vücûdu, bulmayan Mevlâ’sını,
Sûretâ insân gelir de, sîretâ hayvân gider.
Cümle eşyâyı bi-zâtillâhi kâim görmeyen,
Görmez ol râhat yüzü, nâlân gelir nâlân gider.
“Men ‘aref” sırrın duyup, Mevlâ’sına vârın veren,
Hâdim-i insân olan; insân gelir, insân gider.
Varlığındır mâni’-i tevfık olan etme cedel,
Bu misâfir-hânede handân olan giryân gider.
Nûr-ı tevhîdi karartır şehvet ü hırs u gadab,
Hubb-i dünyâya dalan, üryân gelir üryân gider.
Dergah-ı pîr-i cenâb-ı Hazret-i Belhî’ye kim,
Sıdk ile dil bağlasa; ol kul gelir, sultân gider.
Nefs ile kâim olup, kim secde etmez âdeme,
Ey Kemâlî bil onu, şeytân gelir şeytân gider!
---
Osman Kemâlî Efendi, insanın maddî ve biyolojik oluşum süreci ile manevî tekâmülü arasmda var olduğunu kabûl ettiği ilginç benzerlik ve paralelliklere de dikkatimizi çeker: O’na göre, her varlık çeşidi bir tür aşılanmayla vücut bulduğu gibi, insanda da ezelî bir aşıla(n)ma özelliği vardır. İnsanda kandan süzülerek oluşan “nutfe”mn ana rahmine intikâl etmesi birinci ve biyolojik aşılanmadır. Ana rahmindeki “nutfe” 40′ar günlük yedi aşamadan geçtikten sonra (toplam 9 ay 10 gün eder) insan sürerinde dünyaya gözlerini açar. Üçüncü aşamanın sonunda rahimdeki cenîne ruh üflenir ve böylece insanlık vasfı kazanır.
Anne rahmindeki insan, ağızsız, dilsiz, kolsuz, kanatsız bir hâlde, hiçbir çaba sarfetmeden, kudret-i ilâhî ile, göbek bağı vasıtasıyla annesinin yaptığı teneffüs ve aldığı gıdalardan beslenir ve gelişir. Doğan çocuk, insanî vasıflarla birlikte, hayvânî vasıflan da berâberinde getirir. Onun için insan, doğuşu i’tibâriyle hem insanî, hem de hayvarû yönde gelişmeye müsaittir, denilebilir. Nitekim hadîs-i şerifte de, “her doğan çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğu, ana-babasmın onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecûsîyaptığı” ifâde buyrulmuştur.
Onun için insanın nasıl beslendiği kadar ne şekilde eğitildiği ve hangi karakterde insanlarla ünsiyet kurduğu da bu bakımdan çok önemlidir. Çünkü insanın doğuştan getirdiği hayvarû vasıflar, o vasfa sahip insanlarla birlikte olmayı ister. Onun için bu konuda da çok dikkât edilmelidir.
Osman Kemâlî Efendi’ye göre, insan nasıl anne rahminde, bir terbiyeci hükmünde olan anne sâyesinde, diğer hayvanî sûretlerden kurtulup, bu âleme insan sûretinde geldiyse; insanlık âleminde de birçok hayvarû huyla birlikte yaşadığı hâlde, ancak bir “insân-ı kâmil”in yardımı ile o huylardan kurtulup “hazret-i insan” olabilir. Sonuç olarak insanın, kendisini hayvarû vasıflardan arındırıp, insanî vasıflarla donatacak olan kâmil bir insana teslim olup, onun terbiyesi altına girmesi ise, işte bu ikinci ve mânevî aşılanmadır.
Mânevî aşılanmaya mazhâr olan kimse, anne rahminde göbek bağıyla anneden biyolojik olarak beslendiği gibi, kâmil insanın bağlı olduğu feyîz kaynağından gönül dünyasını besler ve en kolay yoldan hayvarû vasıflardan kurtulur ve böylece insanî vasıflan kazanma imkânına kavuşur. İnsan nasıl ki ana rahminde biyolojik gelişimini 7 aşamada tamamladıysa, mânevî tekâmülünü de, mânevî terbiyecisinin gözetiminde 7 Nefs aşamasından geçerek tamamlamaktadır.
İşte bu aşamalar da, tasavvuf erbâbınm sâlikleri terbiyede esâs aldıklan 7 nefis mertebesine tekâbül etmektedir. Bu mertebelerden geçerek mânevî tekâmülünü tamamlayan kimse, mürşîdinin terbiyehânesinde yeniden doğmuş demektir ki, buna da tasavvûfî terminolojide “ikinci doğum” denilmektedir.
Bu doğumu gerçekleştirebilen kimseler, hem sûret, hem de sîrette “insan” olma vasfını kazanırlar ki, “kâmil insan” buna derler. Bu tekâmül olayını, mutasavvıflar aynı zamanda “ölmeden önce ölmek” diye tabîr etmektedirler. Hayatında bu “iradiölüm”ü gerçekleştiremeyenler ise, “hayvan”lıktan “insari’lığa yükselememiş, göklere ve yere arzedilip, onlann yüklenmekten kaçındığı, ancak insanın yüklenmiş olduğu “ilâhî emanet”in hakkını verememiş, yani yaratılış gâyesini gerçekleştirememiş olurlar.
Osman Kemâlî Efendi’ye göre, yaratılış i’tibâriyle bütün insanlar Cenâb-ı Hakk’ın hem bütün isimlerinin, hem de ‘Allâh’ isminin mahzândırlar. Ademoğlu, âlemde zuhûra gelen tüm sûretlerin âhiri ve hâtemidir. O “mahzar-ı küll”dür. Allâh Teâlâ fiilleri, sıfatlan ve zâbyla insanda zâhir ve aşikâr olmuştur. Ancak bütün bunların farkına varan ve kendisinde tahakkûk ettirene “insân-ı kâmil”; farkında olmayanlara da “insân-ı gâfil” denilir. Böylesi kimseleri Cenâb-ı Hak Kur’ân da “hayvanlar gibi, hatta onlardan daha aşağı kimseler” olarak nitelendirir.
Yine Osman Kemali Baba’ya göre, yaratılış gayesini gerçekleştirip kemâle ermiş olan “ârif’lerin vücûdunda var olan ancak Allah’tır. O’nun kalbi Allâh’ın arşıdır. O’nun vücûdunda mutasarnf olan Hakk’tır. O’nun gözünde gören, kulağında işiten, ayağında yürüyen, elinde tutan, velhâsıl bütün zâhirinde ve bâtınında hareket eden, ancak bir olan Allâh’tır. O halde, “ârif-i billâh”a biat, Allâh’a biat; ona itaât, Allâh’a itaât, ona adâvet de, Allâh’a adâvettir.
Hâsılı kelam, Osman Kemâlî Efendi’ye göre, insanlığı gerçekleştirip kemâle ermenin yolu ise, kâmil bir mürşidin rehberliğinde nefsârû hevâ ve heveslerden geçip, kendi benliğinden sıyrılarak, “fenâ fillâh” ve “bakâ billâh” makamlarını elde etmektir. Bu hedefe ulaşmada insanın en etkili vasıtası ise, kalbinde taşıdığı aşk-t ilâhidir. İlahî aşkla “fenâ” ve “bekâ” makâmlannı elde eden ârifler, gerek âfâktaki, gerekse kendi varlıklanndaki (enfüsî) ilâhî sırlan keşfederek, eşyânın hâkîkâtine vâkıf olurlar. Allâh’ın varlığını “hakkal-yakîyn” düzeyinde tanırlar ve böylece hakîkî “tevhîd”e ulaşmış olurlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder