7 Nisan 2010 Çarşamba

Tanrının Kudreti

Tanrının kudretini kavrama; Bu günlerde çok popüler olan bir deney var. Cern’de maddeyi gerçek anlamda kavrayabilmek için bir araştırma yapılmaktadır. Çok yüksek maliyetler harcanarak yapılan bir sürü deneylerle bilimciler, evrenin yaradılış anından buyana maddenin serüvenini kavramaya çalışıyorlar. Hz.Muhammed’in “Rabbim bana eşyanın -maddenin- hakikatini göster” duası ister istemez bu deneylerle birlikte belleğimde güncel bir yerlere yerleşti. Yerleşir yerleşmezde birkaç soru kafamda belirdi. Acaba insanlık Tanrının kudretini kavrayabilecek mi? Bu deneylerin sonucunda madde’nin içinde ki sır ifşa olacak mı? İnsanoğlunun bulduğu bilimsel veriler Tanrının fiiller olduğunu varsayarsak bizzat kendisine ait olan “kudretini” ne zaman idrak edebileceğiz?

Tanrının ilimin haricinde birde kudreti mevcut, her şeye kadir tek olan Tanrının kudreti, tüm maddeye sirayet etmiş gibi geliyor. Kuantum fizikçileri evrende her bir atomun hatta atom altı parçacıkların bir birleriyle iletişim ve etkileşim içinde olduğunu düşünüyorlar. Acaba bu etkileşim ve iletişim Tanrının kudreti olabilir mi? Ünlü İslam Bilgini Gazali “Güzel İsimler- Esma-el Hüsna” adlı kitabında “eşyalar her ne kadar zahiren -görüntüde- birbirlerine bağlı iseler de hemen hepsi aslında Allah’ın kudretine bağlıdırlar” sözünden muradı buna mı değinmekti? Bilim bizi ne zaman Tanrı gerçeğine ulaştıracak?

Müslümanların kutsal kitabı Kur’an da tüm insanlığın bir gün Tanrının tek gerçek olduğunu dünya hayatında yaşarlarken apaçık –bilimsel- bilineceğine işaret var. Bu gerçeği kavraya bilmemiz için maddenin özüne inmemiz gerekiyor. Belki insanlık bir gün maddenin özüne ulaştığında Tanrının buyruklarından başka bir şey bulamayacak. O zaman yaşanılan şaşkınlığı belki de “Rab her şeye kadirdir” diyerek hazmetmeye çalışacaklar. Kişisel kanaatim bilim bizi ona, mutlak gerçeğe bir gün mutlaka götürecek.

KZ

Neden Yalnızım?

İnsanlardan uzakta yalnızlığı seçtim yaşam olarak kendime, münzevi hayatı seçen insanlar vardır. Hani, ya bir günahın kefaretini ödemek isteyenler, ya da başarısızlığa uğramışlar veya azizler ve peygamberler gibi. Amaçları, Tanrıya daha yakın olmaktır. O yüzden kaçarlar tenha yerlere, ıssızlığın huzuruna, o muhkem gücün yalnızlığına. Benim ki farklı; bu kaçışım insanların bana verebilecekleri olası zarardan çok benim onlara kesin kes verdiğim zarardan ötürüydü. Kararımı verdim bir delilikti benim yaşadığım bu hal. Ama biraz farklı bir delilikti, akıllık zırhına bürünmüş türden bir delilikti. O yüzden mümkün olduğunca uzaklaşmalıydım insanlardan. Çünkü fikirlerim, insanların beyinlerine geçiyor, oradan sinir ağlarına bulaşıyor, onları felç edip nöronların bağlantısını değiştiriyor, hayat felsefelerini tarumar ediyordu.

Bu uzlet ve inziva hayatımda has bel kader biri beni ziyarete gelmiş olsa, tanıdık veya yedi el yabacı olmasına aldırmadan ilginç deliliğimden kaynaklanan tumturaklı sözlerimle, kafamda bir nehrin akışı gibi olan düşüncelerim büyük bir duygu seline kapılarak muhatabımın zihnine akıyordu. Oradan derhal gönlüne ulaşarak çörekleniyor, yerleşiyordu. Fena halde etkilenen ziyaretçimde şimdiye kadar oluşturduğu taklit karakterinin havuz duvarı çatırdamaya başlıyor arka taraftaki karakter suyu duvarın çatlaklarından sızıyordu. Kimilerinin duvarından büyük parçalar kopuyor ve sahip olduğu huyu bu çatlak ve patlaklardan akıyordu. Kimilerinin duvarı ise şimdiye kadar oluşturduğu baskıdan dolayı iyice yorulmuş ve yıpranmış oluyordu. Onların ki daha büyük bir gümbürtüyle parçalara ayrılıp taşlarını etrafa fırlatarak dağılıyordu. Bu dağılma esnasında fırlayan birkaç taşın kafama ve gözüme çarpması ise yaptığımın kefareti oluyordu.

Bazen de kendimi ifade edemiyor, dinleyeni şaşkına çeviren lakırdıları ardı arkasına sıralıyordum. Kimi zaman düşüncelerim o kadar değişkenlik arz diyordu ki, fikrimi karşımdakine yeni anlatmaya başlamışken aniden değişiyor, gelişiyor, farklılaşıyordu. Bu o kadar küçücük bir zaman parçacığında gerçekleşiyordu ki, bir cümleyi, kısacık, mini minnacık bir cümleyi ne kadar bir zaman diliminde söylerseniz işte o saniyeler içinde olan oluyordu bende.

Sanki kolumdaki saatten farklı bir zaman mevhumu vardı içimde. Saatin saniyesinin hareketini gözlemlerken benliğimde serkeş fikirlerin kasırgası çoktan başlamış, tüm bedenimi zıngırdatmış yorgun ve bitkin halde fikirleri bir örümceğin hassasiyetiyle örmüş birbirine bağlamış oluyordum. Bu sırada kurduğum cümle değiştiği için karşımdaki hiçbir şey anlamıyordu. Yeni edindiğim fikri paylaşmaya kalktığımda ise iş tekrarlanıyor yine fikrim değişiyordu. Dünyanın devamlı dönmesi gibi, hiçbir zaman tam olarak saati tam zamanında söyleyemeyiz. Söylemeye başladığımızda sözümüz zamana takılır, bittiğinde ise söylemek istediğim zaman geçmişte kalır. İşte bende ki bu hal yüzünden çevremdeki insanlardan uzakta, yalnız ve kimsesiz zamanı ölçmeye çalışıyorum, içimdeki, bendeki.

Daha sözcüklerden oluşan anlatımım bile söz ve konuşma ile zamana takılıyorsa, pekâlâ bendeki yazı yazma hali nereden çıktı? Yazı bir olgudur. Daha doğrusu içsel yaşanan bir olgunun olgunlaşmasıdır. Karışık, serkeş ve coşku dolu fikirlerimin sakin bir üsluba bürünmesi veya soyut kavramlarımın somut evrene bir tezahürüdür aynı bu evrene ait olmayan canlılığımın, bilincimin, öz benliğimin bir bedene, maddeye sirayeti gibi.

Her saniyede on üzeri kırk üç kez yeniden gerçekleşen "ben" i sözle, hepsinden ötesi yazıyla nasıl ifade edebilirim ki? Belki bunun mümkün olmadığını görmek ve yüzleşmek için yazmaya başladım. Ya da söz ve yazı sadece ucuz bir yakıştırmadır. Yaşadığım ve asla gerçek anlamda betimleyemediğim “ben” ve içsel deneyimlerimin basit bir yakıştırmasıdır. Belki sırf bu yüzden dolayı, asıl ile yakıştırma arasındaki farkı görmek için yazdım hep. Ucu gözükmeyen çöllerin engin sonsuzluğunda sözün nereye gittiğinin ve neleri yıkarak ayırt ettiğinin bir önemi olmadan yazdım hem de.

Efkârımın afaklarında yıldırım hızıyla dolaşarak kim olduğumu veya olmadığımı, görmek istediğimden yazdım. Aynaya bakıp kim olduğumu görmek gibiydi bu benim için. O yüzden yazmaya başladım. Kendimle yüzleşmek için.

Kendimi kendime, kim olduğumu yazarak ifade etmeliydim. Böylece hızlı, çok değişken olan fikirlerimin soyutluğundan bir kalıp çıkartıp, yazarak somutlaşabiliyordum. Kendime ne olduğumu ifade edebiliyordum. Dış dünyamda olması gereken kalıbı iç dünyamın alabildiğine dürüstlüğüyle sunmalıydım. Belki o zaman iki dünyamda barışır, çalkantılı hale gelmiş kişiliğim dinginleşir, yıkandıktan sonra banyoda oluşan sıcak su buharının aynayı esareti altına aldıktan sonra yavaş yavaş entropiye yenik düşüp kaybolarak yerine aynaya yansıyan suretimin belirmeye başlaması gibi. İşte yazmamın asıl sebebi anlaşılmak, bir başkası tarafından değil bizatihi kendim tarafından.

Platon “başlangıçta sadece söz vardır” demiş. Bu fikre karşı çıkmamakla birlikte bundan türetilen –özellikle dini çevreler tarafından- değişken ve çok çeşitli olmayan, sabit bir kader inancını asla benimseyemedim. Başlangıçta söz mü vardı bilemiyorum ama sonumuzun söz olup bunu belirleyeceği kesin gözüküyor.

Kendimize giden yollar çoktur, kimisi müzik yaparak, resim yaparak bu yolculuğunu gerçekleştirirken, kimisi de kahvede çay dağıtarak bu yolculuğu gerçekleştirir. Bense yazmaya çabalayarak bunu deniyorum. Çaba ile bunu ifade etmek istedim, çünkü hala gerçek anlamda içimi yazarak kelimelere sığdıramıyorum. Bir şeyi yapmakla o şeyi yapmaya çabalamak arasında cidden çok fark var. Ama yılgın değilim. Çabasızlığa erişmek için sabır ve uzun bir çaba gereklidir. Aynı yüce Mevlana’nın “Arayanlar bulamazlar, lakin bulanlar arayanlardır” sözü gibi. Nefes alıp vermek gibi olmalı yazı yazmak benim için. Şimdiki mücadelem, çabam budur.


KZ

Geçmiş gelecekmiş



Geçmiş geçmiştir diye
 söylüyorlarsa sana.

Bunun uydurulmuş
 bir palavra olduğunu
söyle sen onlara.


Geleceğin,
henüz yaşanmadığını
söylüyorlarsa sana.
Geleceğin,
bir sonra ki ana göre,
geçmiş olduğunu
söyle sen onlara.

KZ

Bendeki


Ben seni seviyorum bende saklı olan seni.
İster ıraklarda ol, ister yakınlarımda,
Ben seni seviyorum bendeki seni.
KZ