29 Ekim 2025 Çarşamba

Sülûk

Ey talip, insan, yürüdükçe kaderini bulur. Uyuyan kaderinde hapsolur, yürüyen kaderini şekillendirir.

Hacer yürüdü, su buldu; İbrahim yürüdü, dost oldu; Musa yürüdü, deniz yarıldı; Muhammed Mustafa yürüdü, miraç açıldı.


Safa ile Merve arasındaki o koşu, sadece bir annenin feryadı olarak telakki etme ey tâlip. Bu gayret, her insanın kendi çölünde hakikati arayışının timsalidir.

O çöl, bazen nefsin susuzluğudur; bazen kaderin imtihanıdır; bazen de insanın kendi kalbinde kaybettiği suyun, yani rahmetin peşinde bir arayıştır. 


KZ

28 Ekim 2025 Salı

Ey talip, Eğer nefsini kesemediysen, nefesini kes

Kurban, Nefs ve Hamuşluk Üzerine

Kurbanın gözünün kapalı olması kurbandan değildir; kesenden, yani kurbanı sunandan gelir. Zîrâ İbrahim, İsmail’ine gözüne baka baka bıçağı indiremezdi. Çünkü kurbanın aslı, dışarıda bir canın değil, içeride bir benliğin kesilmesidir.

Hakikatte İbrahim’in kurban ettiği İsmail değil, İsmail’e duyduğu muhabbetin nefsî payıdır. Bu yüzden İbrahim’in bıçağı kesmedi; çünkü o zaten içindeki bağı kesmişti.
Lakin insan çoğu zaman kurban ederken İsmail’i değil, İsmail’deki Hakk’ı keser.
Ve o vakit şöyle feryad eder:

“Ah Ya Rabbi, İbrahim’in bıçağı kesmediydi, benimki kesti.
Hikmetinden sual olunmaz, lakin kurbanım İsmail mi değildi?”

Bu söz, aslında içsel bir pişmanlığın değil, idrakin yankısıdır.
İbrahim’in bıçağı kesmedi, çünkü o “teslim olmuştu.”
Bizim bıçaklarımız kesiyor, çünkü biz hâlâ “teslimiyeti” değil, “fiili” biliyoruz.
O yüzden kesilen beden değil, kalp oluyor.

İmam Gazâlî Hazretleri der ki:

“Nefsin kesilmediği her kurban, hakikatte kesilmiş değildir.”

Kesmek bir fiil değil, bir haldir; bıçak değil, rızadır.
Kurban, Hakk’a adanmış bir teslimiyetin görünür hâlidir;
ama içte kurban edilmeyen nefs, dıştaki kurbanın kanında bile diridir.

Nefsini Kesemeyen, Nefesini Kessin

İşte bu yüzden denilmiştir ki:

“Nefsini kesemeyen kul bari nefesini kessin.”

Bu söz, kendi nefsine galip gelemeyen kulun, hiç olmazsa dilini tutmasını emreder. Çünkü nefes, sözün taşıyıcısıdır;
her nefesle nefs biraz daha büyür,
her kelimeyle benlik biraz daha kalınlaşır.

Konuşmak, nefsin dilidir; susmak, Ruh’un kelâmıdır.
Nefesini kesmek, kendini sükûtun terbiyesine teslim etmektir.
Susmak, nefsin boğulduğu, Ruh’un dirildiği yerdir.
O hâlde nefsi kesemeyen, nefesini kesmeli;
çünkü bazen en büyük mücahede, sükûtta saklıdır.

Hamuş: Sükûtun Hikmeti

“Hamuş, sen sus, sendeki konuşsun.
Çünkü sen susarsan O sular;
sen konuşursan O solar.”

Hamuşluk, dilsiz kalmak değil; dilini Hakk’a teslim etmek demektir.
İnsanın susmasıyla Hak konuşur; insan konuşursa Hak susar.
Susmak, bir yokluk değil, en yüksek varlık hâlidir.
Zîrâ o an artık kul konuşmaz — Kelâm, Kelâmullah olur.

Bişnev, şimdi dinle…
Dinle ki diri kalasın, çünkü dinlemenin kökü dirilikten gelir.
Dinlemek, benliği geri çekmektir; dinlemek, teslim olmaktır.
Ve dinlenmenin en kolay yolu da dinlemekten geçer.
Zîrâ dinleyen, kendi iç gürültüsünü susturur;
dinlenir, dinginleşir, dirilir.

Sükûtun Kurbanı

Kurban bir fiil değil, hâl dedik Ey Talip…
İşte sükût da öyledir:
Susmak, nefsi kurban etmektir;
çünkü konuşan nefs, sükût eden Ruh’tur.

Kurbanın bıçağıyla nefsi kesemeyen kul,
hiç olmazsa dilinin keskinliğini törpülesin.
Hamuşluk, bu yüzden “ikinci kurban”dır —
biri koyunla nefsi arındırır, diğeri sükûtla kalbi.

İbrahim’in bıçağı kesmedi, çünkü o zaten “sükût etmişti.”
Bizim bıçaklarımız kesiyor, çünkü hâlâ “konuşuyoruz.”
Oysa sükût, İbrahim’in hâlidir;
bıçak, sadece onun sessizliğinin sembolüdür.

Son Söz

Ey talip,
Eğer nefsini kesemediysen, nefesini kes;
zîrâ nefesin, nefsinin dilidir.
Sus ki, sendeki O konuşsun.
Çünkü sen sustuğunda O sular,
sen konuştuğunda O solar.

Ve bil ki, kurbanın aslı kan değil, rızadır;
sükûtun aslı sessizlik değil, huzurdur.
Kurban, dilin değil kalbin ibadetidir;
ve bazen en büyük ibadet, bir tek kelime etmemektir.

KZ

23 Ekim 2025 Perşembe

Gönülden Vize Almak

Bir Gönle Yalanla Girilir, Lâkin Orada İkamet Almak Dürüstlük İster


Gönülden Vize Almak

Devletlerin, başka bir devletin vatandaşına kendi topraklarına girmesi için “vize” vermesi, günümüz siyâsetinde en bilindik prosedürlerden biridir. Her ülke, hududunu korumak, düzenini muhafaza etmek için bu şartı koyar. Vizesiz giriş ya mümkün değildir yahut sınırlı hâllerde mümkündür. Zîrâ devlet, kendi nizamına zarar gelmemesi için gelen kişiyi imtihan eder, belgelerini inceler, niyetini yoklar; uygun görürse ona bir mühür basar: vize. Bu mühür, yolcunun huduttan içeri girmesine izin verir.

Ne var ki, vize almak demek o ülkede dilediğin gibi ikamet etmek demek değildir. O vize çoğu zaman belirli bir müddet içindir, şartlara bağlıdır; ihlâl olursa iptale uğrar. Asıl oturum izni, uzun vadeli ikamet hakkı, daha ağır şartlara bağlanır: güvenlik, dürüstlük, sadâkat…

İşte gönül de böyledir. Bir gönle girmek için bazen tatlı bir söz, cilâlı bir ifade, hatta yalanın parlak görünüşü “giriş vizesi” gibi iş görür. Lâkin gönül ülkesinde daimî ikamet almak, orada bir hâne kurmak, ancak dürüstlük ve sadâkat ile mümkündür. Yalanla alınan gönül vizesi, kısa süreli bir misafirlikten öteye geçmez; süre biter, mühür iptal olur, kalp kapıları kapanır.

İmam Gazali Hazretleri bu minvalde şöyle buyurur:
“Kalbin sıhhati doğrulukladır. Doğruluk kalbin nurudur, yalan ise zulmetidir.”

Nasıl ki bir devlet, kendisine zarar verecek unsurları hududundan sokmaz; gönül de hakikatte böyledir. Yalan, gönle sızsa da kök salamadan sökülür. Doğruluk ise güven telkin eder; kalbi mamur eder, gönül ülkesinde daimî ikamet hakkı sağlar.

Kur’an-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle dile getirilir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119)

Bu ayet-i kerîme, hakiki vatandaşlığın sıdkla kazanıldığını haber verir. Zîrâ doğrularla beraber olmak, bir gönül ülkesine sadâkatle bağlanmak gibidir.

Mevlânâ Hazretleri’nin şu sözü bu noktada manidar düşer:
“Yalan kısa menzilli bir attır; seni bir menzil götürür ama sonra yolda bırakır. Doğruluk ise uzun yol atıdır; seni menziline eriştirir.”

Velhasıl, gönül ülkesinin vizeleri kolaydır, kısa sürelidir; ama orada “oturum izni” alabilmek, ömür boyu vatandaşlık kazanmak, yalnızca dürüstlükle mümkündür. Zîrâ gönülden alınan vize, sadâkat mührüyle daimîleşir.


KZ

21 Ekim 2025 Salı

İman; nurdan, yanıştan ve yönelişten müteşekkildir

Kalp ağrımadan beden yönünü değiştirmez, istikâmetini bulamaz. Kalpte sızı yoksa, geri dönüş hayaldir. يتوجع: Arapçada sadece "acı hissetmek" değil, kalbin yanışıyla inlemek mânâsını da barındırır. Kalbi yanmayanın, Mevlâ’ya yönelişi hakiki değil, sözden ibaret kalır. Bu noktada Tevbe, Terk ve Azimden oluşmaktadır. Ancak bu ikisi teessürün, yani “iç yanışın” çocuğudur. Ve o iç yanış da yakînin, yani kesin bilginin meyvesidir. İşte böylece iman; nurdan, yanıştan ve yönelişten müteşekkildir. 


Hülasât’ül- kelâm: Sızının olmadığı yerde sadakatten bahsedilemez.



KZ

19 Ekim 2025 Pazar

Son Dem

"Son Dem"


Yaprak döker gönül, bir bir mevsimler içinden, 

Solmuş gül misali, vaktiyle coşan gençliğinden.

Rüzgâr yâr teninde bir zaman esmişse eğer, 

Şimdi sessizliğin bile hatırını sorar kader.


Ay ışığı düşer pencereye, hatırat kokar, 

Her çizgi bir ömürdür, alnına yazılagelir.

Ne kadar ağlasan da dönmez giden bahar, 

Zamanın elinde, hatıra bile eskir.


Lâkin sabrın demir halkası kırıldığında, 

Sükûtun içinden doğar en parlak nida:

"Ey gönül! Her akşamın sabahı var elbet, 

Ve her yıkılış, dirilişe gebedir nihayet."


KZ

17 Ekim 2025 Cuma

Biri Yanar, Biri Döner Gider

Biri susar, biri söyler gider,
Sır gönüle inip çağlar gider.

Susanda nur parlar, sabrı çözer,

Nazla gelen, söver, döner gider.


Biri kalır, biri yollara düşer,

Kül olur nefis, dertler pişer.

Yâr olanın kalbi gülistan keser,

Ağyâr gölge gibi kaçar gider.


Biri bekler, biri demine erer,

Sabırdan gonca açar, devran döner.

Aşkın ateşi düşer ciğere,

Perde yanar, nazar biter gider.


Biri yanar, biri döner gider,

Yanan yâr, dönen ağyâr gider.

Kalan Hakk’a er olur gider,

Can cânâna varır, gerisi rüzgâr, gider.


KZ

7 Ekim 2025 Salı

Derdi Allâh Olan, Gayrı Derd Bilmez

Gönül meydânında aşkın od’u yanar ey cân,
Sönmez bu ateş, her dem açar gülistân;
Masivâdan geçen bulur her dem îmân
Derdi Allâh olan, gayrı derd bilmez.

Nefs-i emmâreden geç, hevâ zenciri kır,

Teslîm ol ki cânın bulsun sekinet sır;

Nûr ola gönül, karanlık sabaha erir

Derdi Allâh olan, gayrı derd bilmez.


Fenâdan bekâya varan yol bir ince sırât,

Sefer ehline açılır orda nice hayrât;

Cezbe ile sahv birleşir, olur vahdet-i lezzât

Derdi Allâh olan, gayrı derd bilmez.


Cennet de nâr olur aşk olmayınca,

Nâr da gülşen olur aşk dolunca;

Bir “Âmin”e âlem secdeye varınca

Derdi Allâh olan, gayrı derd bilmez.


Tecellâ-yı Cemâl cilâ verir gönüllere,

Celâl erişince kul durur edeplere;

“Lâ fâile illâ Hû” iner bütün fiillere

Derdi Allâh olan, gayrı derd bilmez.


Ezelde mey sunuldu aşk kadehinden,

İçen kurtuldu gamın her zerresinden;

Cânânı bulan âşık geçti benliğinden

Derdi Allâh olan, gayrı derd bilmez.


Niyâzım budur: Yâ Rabb, kıl beni pâk u sâlim,

Nefs aynasını cilâ eyle, etme beni zâlim;

Habîb’inin edebiyle daim ola hâlim

Derdi Allâh olan, gayrı derd bilmez.


KZ


3 Ekim 2025 Cuma

Gazali: Maksad-ı Aksa Şerh-i İhya Kitabından

Tercüme Metin: 
Bunun açıklaması şudur ki: Biz, hem şeriatın delilleriyle hem de basîret nurlarıyla birlikte biliriz ki bütün şeriatların maksadı, halkı Allâh Teâlâ’nın huzuruna ve O’nunla buluşma saadetine sevketmektir. Ve onların buna ulaşması, ancak Allâh Teâlâ’yı, sıfatlarını, kitaplarını ve resullerini bilmekle mümkündür. İşte buna Allâh Teâlâ’nın şu sözü işaret eder: ‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım’ (Zâriyât 56). Yani, benim kullarım olmaları için. Ve kul, Rabbini rubûbiyyetle, kendisini de kullukla tanımadıkça kul olamaz. Dolayısıyla kişinin hem nefsini hem de Rabbini bilmesi zarurîdir.


Şerh:

Bu metinde Gazâlî Hazretleri işaret eder ki: Şerîatın gayesi, yalnızca ferdî yahut içtimaî bir nizamı tesis etmekten ibaret değildir. Asıl maksat, insanı Allâh’ın huzuruna hazırlamak ve kulun O’na vuslat sevinciyle taşınmasını temin etmektir. Bu, “saâdetü’l-likâ” yani buluşma saadeti diye adlandırılan en yüce hedeftir. Bu yüce gaye, “Maksad-ı Aksâ” yani en uzak ve nihâî hedef; aynı zamanda “Maksad-ı A‘zam” yani en büyük ve en yüce gaye adlarını da alır. Zîrâ bütün ibadetler, ahkâm, muamelât ve ahlâkî vecibelerin nihâî gayesi, kulun Rabbine vuslata hazırlanmasıdır.

Lâkin bu vuslat ancak marifetullah ile mümkündür. Kul, Rabbini rubûbiyyetiyle, kendisini de ubudiyyetiyle tanımadıkça hakiki kul olamaz. Zîrâ Allâh Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56)

İbn Abbâs’ın tefsiriyle bu ibadetin özü “li-ya‘rifûn” yani “Beni bilsinler” demektir. O hâlde ibadet, marifete; marifet de vuslata açılan kapıdır. İnsan hem nefsini hem Rabbini tanımadıkça, kulluğun hakikatine erişemez.

Bu noktada şunu da bilmek gerekir ki: Şerîatın emir ve nehiyleri, evvela avamın gönlünden hevâyı ve nefsin kabalığını çıkarmaya yöneliktir. Bu safhada şerîat, adeta bir terbiye ve tasfiye vazifesi görür. Hevâsından arınan, nefsindeki bulanıklığı gideren kimse, artık marifetullaha hazır hâle gelir. İşte bu safha, şerîatın bâtınî maksadını ortaya koyar: Marifetullah yoluyla kulun vuslata hazırlanması.

Bunun en beliğ işareti Fâtiha Sûresi’nde dile gelir:

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak Sana kulluk ederiz, ancak Senden yardım dileriz.”

Bu ayet, kulluğun yalnızca Allah’a tahsis edilmesini; maksad-ı aksânın yani nihâî gayenin yalnızca O’na vuslat olduğunu gösterir. Ardından gelen “ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ” (Bizi dosdoğru yola ilet) ifadesi ise, bu vuslat yolculuğunun seyrini beyan eder. Yani kul, önce “yalnızca Sana kulluk ederiz” diyerek istikametini belirler; sonra da “sırat-ı müstakîme ilet” diyerek bu istikamette yürüyecek yolun talebinde bulunur. Böylece Fâtiha, kulluğun maksadını da seyrini de aynı anda tayin eder: Gaye, vuslattır; yol ise sırat-ı müstakîmdir.

İşte bu hakikatten anlaşılır ki, insan sırf yeryüzünde geçici bir düzen kurmakla değil, bütün kâinatı aşan bir yolculuğa davetlidir. Zîrâ insan, kâinatın özeti ve hikâyenin hülâsasıdır. Bütün kevn ü mekân insana hizmet için yaratılmış; insan ise Hakk’ın huzuruna varmak için yâr/edilmiştir. Âdeta bütün âlem, insanın Rabbini tanıyıp kulluğa yönelmesi için bir mukaddime mesabesindedir. Bu itibarla insanın hayatı sadece dünyada bir düzen kurma gayreti değil; bilakis “vuslat yolculuğunun sahnesi”dir.

Şeyh Gâlib Hazretleri bu hakikati şu mısralarla dile getirir:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Bu beyit, insana varlığın özü ve gözbebeği olduğunu ihtar eder. Âdemoğlu, Hakk’ın isim ve sıfatlarının aynasıdır. Ancak “zâtına hoşça bakmak”, yalnızca varlığın kıymetini bilmek değil; kendi hakikatini kullukla tanımaktır. Zîrâ kul, Rabbini bilmeden kendini bilemez; kendini bilmeyen de Rabbini tanıyamaz.

Mustafa Lütfi Filiz’in nefeslerinde de bu sır şöyle ifade edilmiştir:

Kâinata bir bak âdem çün oldu
Âdemsiz âlemler kâinat olmaz

Bu âdem âleme âlem âdeme
Oldular âyine bakansız olmaz

Burada “âdemsiz âlem olmaz” hitabı, kâinatın varlık sebebinin insan-ı kâmil olduğunu gösterir. İnsan ile âlem arasındaki karşılıklı aynadarlık vurgulanır. Âlem insana bakar, insan âleme bakar; her ikisi de Hakk’ın cemâline ayna olurlar. Ayna olmazsa görüntü olmaz; idrak ve müşâhede gerçekleşmez.

Velhâsıl, insanın hakikati bütün âlemi kuşatan bir sırdır. İnsansız âlem boş, âlemsiz insan ise idraksizdir. Bu karşılıklı tecellî, kulun Hakk’a vuslat yolculuğunun hem şehâdeti hem de rehberidir. Ve unutulmamalıdır ki vuslat yolunun anahtarı, marifetullah ve ubudiyyet şuurudur.


KZ

25 Eylül 2025 Perşembe

Gazâlî : Rububiyet (sahip olma) ve Ubudiyet (Sahip Çıkma) Arasındaki Bariz Çizgi

 فَأَمَّا مَا يَقْتَضِي النُّزُوعَ إِلَى الصِّفَاتِ الرُّبُوبِيَّةِ، فَمِثْلُ: الْكِبْرِ، وَالْفَخْرِ، وَالْجَبَرِيَّةِ، وَحُبِّ الْمَدْحِ وَالثَّنَاءِ، وَالْغِنَى، وَحُبِّ دَوَامِ الْبَقَاءِ، وَطَلَبِ الِاسْتِعْلَاءِ عَلَى الْكَافَّةِ، حَتَّى كَأَنَّهُ يُرِيدُ أَنْ يَقُولَ: أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى.

Tercümesi:


Rubûbiyet sıfatlarına meyli celbeden şeylere gelince; bunlar kibir, fahr, cebbarlık, meth ve senâ arzusu, servet sevdası, ebedîlik isteği ve bütün halkın üzerine hâkimiyet talebidir. Öyle ki kişi sanki ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ demek ister.


Şerhi

Rubûbiyet ve Sahip Olma Arzusu

Rubûbiyet iddiası, insanda Allâh’a mahsus sıfatları kendine mal etme temayülü olarak tezâhür eder. Kibriyâ, medih arzusu, ebediyet sevgisi hep bu temayülün dallarıdır. Nefs, “sahip olma” ihtirasıyla yanar. Mülkü, kudreti, şöhreti kendi malı zanneder. Kur’ân bu vehmi tashih eder: 


“قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ”

“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım...” (Âl-i İmrân, 26) İnsana düşen mâlikiyet iddiası değil, emanetçiliği bilmektir. Zîrâ sahip olma iddiası nefsin tiranlaşma yoludur; tıpkı Firavun’un 

“أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى / Ben sizin en yüce rabbinizim” (Nâzi‘ât, 24) sözüyle açığa çıkan ruh hali gibi.

Kalâbâzî’nin Hikmeti

Kalâbâzî
der ki:لَا يَمْلِكُ وَلَا يُمْلَكُ / Ne sahip olur, ne de sahip olunur ”

Bu söz rubûbiyet vehminden çıkışın anahtarıdır. İnsan hakiki manada ne mâliktir, ne de mülk. Sahiplik iddiası ilâhî tasarrufa ortaklık vehmini doğurur; sahip olunmaya razı olmak ise hürriyeti iptal eder. İnsana düşen, yalnızca emanete sahip çıkmaktır.

Tevhid İçin Tecrît ve Tefrît

Kalâbâzî, tevhid şuurunu iki esas ile temellendirir:

Tecrîd (تجريد): Kulun nefsinden ve mahlûkattan mâlikiyet iddiasını soyup atmasıdır. Yani “Benim malım, kudretim, şöhretim” dememek, mülkün gerçek sahibinin Allâh olduğunu idrak etmektir. Tecrîd, benlik bağlarını çözerek kulun kendini rubûbiyet vehminden arındırmasıdır. Bu hâl, fakr ve teslimiyet kapısıdır.

Tefrîd (تفريد): Kulun kalbini yalnızca Allâh’a tahsis etmesi, her şeyde O’nu tek bilmesi ve O’na yönelmesidir. Tefrîd, bütün sebeplerden soyutlanıp, bütün nisbetlerden uzaklaşıp, kalbi sadece “Bir olan”a çevirmektir. Yani “Allâh’tan başka sahip, Allâh’tan başka fail yoktur” idrakine ermektir. Burada kul, hem mülk iddiasından hem de mahlûkatın tesir vehminden sıyrılır.

Böylece kul, ne malik olur ne de mülk; sadece emanete sahip çıkan bir emanetçidir. Tecrît ve tefrît kavramları, rubûbiyet vehmine karşı tevhid şuurunun mihverini teşkil eder.

Sahip Olmak ve Sahip Çıkmak

İnsanın vazifesi malik olmak değil, sahip çıkmaktır. Bedene, nefse, kardeşine, hakikate sahip çıkmak... Bütün bunların hakiki mâlikinin Allâh olduğunu idrak etmektir. İşte bu fark, rubûbiyet vehminden kulluk nuruna geçişin anahtarıdır.

Kabil ve Habil: İki Tavır
Bu ayrımı tarihî bir misalle görmek mümkündür:

Kâbil, sahip olma hırsının sembolüdür. Kardeşini kıskanmış, kurbanı kabul edilmeyince öfkeyle kardeşini katletmiştir. Malı, mevkii ve hayatı kendine ait sanmıştır.

Hâbil ise sahip çıkma şuurunun timsâlidir. “ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللَّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ / Allâh ancak takvâ sahiplerinden kabul eder” (Mâide, 27) diyerek teslim olmuş; hatta canını dahi Allâh’a emanet etmiştir.

Böylece Kâbil’in yolu ene’nin putlaşması, Hâbil’in yolu ise ubûdiyetle enâniyetin çözülmesidir.

Tasavvufî Zâviye: Ene’nin Putu

Tasavvuf ehli, bu kıssayı ene putunun sembolü olarak okur. Kâbil’in tavrı enâniyetin taşlaşmasıdır; Hâbil’in tavrı ise ubûdiyetle enâniyetin çözülüşüdür. Gazâlî Hazretleri’nin uyarısı da buradadır: Rubûbiyet sıfatlarına yönelmek, ene’yi Firavunlaştırır; kulluk idraki ise nefsi terbiye edip hakikate kapı açar.

Muasır Zâviye: Modern Kâbil ve Hâbil

Bugün de aynı sahne cereyan eder: Sahip olma hırsı; servet yarışlarında, kariyer tutkularında, şöhret peşinde koşmada görünür. “Benim” diye başlayan her iddia küçük bir rubûbiyet vehmidir. Modern Kâbil’ler şirketlerde, siyasette, hatta fertlerin günlük hayatında arz-ı endam eder.

Modern Hâbil’ler ise emanete sahip çıkanlardır: ailesine, mazluma, adalete, hakikate sahip çıkarlar ve nebevî bir tavır içinde hayatlarını idame ederler. 

Sonsuz Çatışma: Sahip Olanlar ve Sahip Çıkanlar

Dünyadaki bütün ihtilâflar, savaşlar ve zulümler aslında iki yolun mücadelesidir: sahip olanlar ile sahip çıkanlar. Tarih boyunca Kâbil’in oğulları ile Hâbil’in oğulları savaş hâlinde olmuştur. Bir taraf, mülkü kendi malı zannedip hakkı gasbetmiş; diğer taraf, emanete sahip çıkıp hakkı savunmuştur.

Bugün de bu sahne Filistin topraklarında yeniden cereyan etmektedir. İsrail’in işgalci ve zâlim tutumu, Kâbil’in “sahip olma” vehminin en canlı misalidir. Toprakları kendi malı gibi görmesi, mazlumu katletmesi, masumları sürmesi hep o ene’nin tiranlaşmasının tezâhürüdür.

Öte yandan Filistin halkı, bütün yokluklara ve zulme rağmen emanete sahip çıkan Hâbil’in evlâtları gibidir. Onlar, toprağa, kimliğe, adalete ve en mühimi hakikate sahip çıkmaktadır. Kur’ân’ın haber verdiği üzere:


“ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللَّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ ”
“Allâh, ancak takvâ sahiplerinden kabul eder” (Mâide, 27).

İşte bu yüzden hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar sürecektir: Bir yanda mülk iddiasında bulunan zalimler, diğer yanda emanete sahip çıkan müttakîler.


Netice:
Rubûbiyet iddiasının kökü, sahip olma vehmidir. Bu vehim insanı Firavunlaştırır. Hakikî yol ise sahip olmaktan değil, emanete sahip çıkmaktan geçer. Kalâbâzî’nin “lâ yemliku velâ yümleku” sözü bu gerçeği özetler: İnsan ne mâlik ne de mülktür, ancak emanetçidir.

Her nefis içinde bir Kâbil ve bir Hâbil taşır. İnsanlığın imtihanı da burada gizlidir: Sahip olma vehmiyle tiranlaşmak mı, yoksa emanete sahip çıkarak ubûdiyet nuruna yönelmek mi?


Not: İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn adlı eserin Kitâbü’t-Tevbe kısmından küçük bir bölümün tercümesi ve şerhdir.

KZ