25 Eylül 2025 Perşembe

Gazâlî : Rububiyet (sahip olma) ve Ubudiyet (Sahip Çıkma) Arasındaki Bariz Çizgi

 فَأَمَّا مَا يَقْتَضِي النُّزُوعَ إِلَى الصِّفَاتِ الرُّبُوبِيَّةِ، فَمِثْلُ: الْكِبْرِ، وَالْفَخْرِ، وَالْجَبَرِيَّةِ، وَحُبِّ الْمَدْحِ وَالثَّنَاءِ، وَالْغِنَى، وَحُبِّ دَوَامِ الْبَقَاءِ، وَطَلَبِ الِاسْتِعْلَاءِ عَلَى الْكَافَّةِ، حَتَّى كَأَنَّهُ يُرِيدُ أَنْ يَقُولَ: أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى.

Tercümesi:


Rubûbiyet sıfatlarına meyli celbeden şeylere gelince; bunlar kibir, fahr, cebbarlık, meth ve senâ arzusu, servet sevdası, ebedîlik isteği ve bütün halkın üzerine hâkimiyet talebidir. Öyle ki kişi sanki ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ demek ister.


Şerhi

Rubûbiyet ve Sahip Olma Arzusu

Rubûbiyet iddiası, insanda Allâh’a mahsus sıfatları kendine mal etme temayülü olarak tezâhür eder. Kibriyâ, medih arzusu, ebediyet sevgisi hep bu temayülün dallarıdır. Nefs, “sahip olma” ihtirasıyla yanar. Mülkü, kudreti, şöhreti kendi malı zanneder. Kur’ân bu vehmi tashih eder: 


“قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ”

“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım...” (Âl-i İmrân, 26) İnsana düşen mâlikiyet iddiası değil, emanetçiliği bilmektir. Zîrâ sahip olma iddiası nefsin tiranlaşma yoludur; tıpkı Firavun’un 

“أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى / Ben sizin en yüce rabbinizim” (Nâzi‘ât, 24) sözüyle açığa çıkan ruh hali gibi.

Kalâbâzî’nin Hikmeti

Kalâbâzî
der ki:لَا يَمْلِكُ وَلَا يُمْلَكُ / Ne sahip olur, ne de sahip olunur ”

Bu söz rubûbiyet vehminden çıkışın anahtarıdır. İnsan hakiki manada ne mâliktir, ne de mülk. Sahiplik iddiası ilâhî tasarrufa ortaklık vehmini doğurur; sahip olunmaya razı olmak ise hürriyeti iptal eder. İnsana düşen, yalnızca emanete sahip çıkmaktır.

Tevhid İçin Tecrît ve Tefrît

Kalâbâzî, tevhid şuurunu iki esas ile temellendirir:

Tecrîd (تجريد): Kulun nefsinden ve mahlûkattan mâlikiyet iddiasını soyup atmasıdır. Yani “Benim malım, kudretim, şöhretim” dememek, mülkün gerçek sahibinin Allâh olduğunu idrak etmektir. Tecrîd, benlik bağlarını çözerek kulun kendini rubûbiyet vehminden arındırmasıdır. Bu hâl, fakr ve teslimiyet kapısıdır.

Tefrîd (تفريد): Kulun kalbini yalnızca Allâh’a tahsis etmesi, her şeyde O’nu tek bilmesi ve O’na yönelmesidir. Tefrîd, bütün sebeplerden soyutlanıp, bütün nisbetlerden uzaklaşıp, kalbi sadece “Bir olan”a çevirmektir. Yani “Allâh’tan başka sahip, Allâh’tan başka fail yoktur” idrakine ermektir. Burada kul, hem mülk iddiasından hem de mahlûkatın tesir vehminden sıyrılır.

Böylece kul, ne malik olur ne de mülk; sadece emanete sahip çıkan bir emanetçidir. Tecrît ve tefrît kavramları, rubûbiyet vehmine karşı tevhid şuurunun mihverini teşkil eder.

Sahip Olmak ve Sahip Çıkmak

İnsanın vazifesi malik olmak değil, sahip çıkmaktır. Bedene, nefse, kardeşine, hakikate sahip çıkmak... Bütün bunların hakiki mâlikinin Allâh olduğunu idrak etmektir. İşte bu fark, rubûbiyet vehminden kulluk nuruna geçişin anahtarıdır.

Kabil ve Habil: İki Tavır
Bu ayrımı tarihî bir misalle görmek mümkündür:

Kâbil, sahip olma hırsının sembolüdür. Kardeşini kıskanmış, kurbanı kabul edilmeyince öfkeyle kardeşini katletmiştir. Malı, mevkii ve hayatı kendine ait sanmıştır.

Hâbil ise sahip çıkma şuurunun timsâlidir. “ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللَّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ / Allâh ancak takvâ sahiplerinden kabul eder” (Mâide, 27) diyerek teslim olmuş; hatta canını dahi Allâh’a emanet etmiştir.

Böylece Kâbil’in yolu ene’nin putlaşması, Hâbil’in yolu ise ubûdiyetle enâniyetin çözülmesidir.

Tasavvufî Zâviye: Ene’nin Putu

Tasavvuf ehli, bu kıssayı ene putunun sembolü olarak okur. Kâbil’in tavrı enâniyetin taşlaşmasıdır; Hâbil’in tavrı ise ubûdiyetle enâniyetin çözülüşüdür. Gazâlî Hazretleri’nin uyarısı da buradadır: Rubûbiyet sıfatlarına yönelmek, ene’yi Firavunlaştırır; kulluk idraki ise nefsi terbiye edip hakikate kapı açar.

Muasır Zâviye: Modern Kâbil ve Hâbil

Bugün de aynı sahne cereyan eder: Sahip olma hırsı; servet yarışlarında, kariyer tutkularında, şöhret peşinde koşmada görünür. “Benim” diye başlayan her iddia küçük bir rubûbiyet vehmidir. Modern Kâbil’ler şirketlerde, siyasette, hatta fertlerin günlük hayatında arz-ı endam eder.

Modern Hâbil’ler ise emanete sahip çıkanlardır: ailesine, mazluma, adalete, hakikate sahip çıkarlar ve nebevî bir tavır içinde hayatlarını idame ederler. 

Sonsuz Çatışma: Sahip Olanlar ve Sahip Çıkanlar

Dünyadaki bütün ihtilâflar, savaşlar ve zulümler aslında iki yolun mücadelesidir: sahip olanlar ile sahip çıkanlar. Tarih boyunca Kâbil’in oğulları ile Hâbil’in oğulları savaş hâlinde olmuştur. Bir taraf, mülkü kendi malı zannedip hakkı gasbetmiş; diğer taraf, emanete sahip çıkıp hakkı savunmuştur.

Bugün de bu sahne Filistin topraklarında yeniden cereyan etmektedir. İsrail’in işgalci ve zâlim tutumu, Kâbil’in “sahip olma” vehminin en canlı misalidir. Toprakları kendi malı gibi görmesi, mazlumu katletmesi, masumları sürmesi hep o ene’nin tiranlaşmasının tezâhürüdür.

Öte yandan Filistin halkı, bütün yokluklara ve zulme rağmen emanete sahip çıkan Hâbil’in evlâtları gibidir. Onlar, toprağa, kimliğe, adalete ve en mühimi hakikate sahip çıkmaktadır. Kur’ân’ın haber verdiği üzere:


“ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللَّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ ”
“Allah, ancak takvâ sahiplerinden kabul eder” (Mâide, 27).

İşte bu yüzden hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar sürecektir: Bir yanda mülk iddiasında bulunan zalimler, diğer yanda emanete sahip çıkan müttakîler.


Netice:
Rubûbiyet iddiasının kökü, sahip olma vehmidir. Bu vehim insanı Firavunlaştırır. Hakikî yol ise sahip olmaktan değil, emanete sahip çıkmaktan geçer. Kalâbâzî’nin “lâ yemliku velâ yümleku” sözü bu gerçeği özetler: İnsan ne mâlik ne de mülktür, ancak emanetçidir.

Her nefis içinde bir Kâbil ve bir Hâbil taşır. İnsanlığın imtihanı da burada gizlidir: Sahip olma vehmiyle tiranlaşmak mı, yoksa emanete sahip çıkarak ubûdiyet nuruna yönelmek mi?


Not: İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn adlı eserin Kitâbü’t-Tevbe kısmından küçük bir bölümün tercümesi ve şerhdir.

KZ

22 Eylül 2025 Pazartesi

Vefâ ve Hıyânet Üzerine

 Vefâ ve Hıyânet Üzerine

    Uzun yıllar hânemden çıkmadığımdan, hâlime, kelâmıma ve tefekkürlerime şahit olmak isteyen dostlarım bazen ziyaretime gelir. Geçenlerde yine böyle bir sohbet meclisinde, misafir olan bir kimse bana şu suali sordu:

— “Vefâ nedir, hıyanet nedir?”

    O dem vakti ben de cevaben şöyle demiştim: “Ne ise lügat mânâsı, odur.” Lâkin bugün, gördüğüm manzaralar ve tecrübeler bana gösterdi ki, artık sonbaharın yaprakları gibi savrulan kimseler lügat mânâlarına bile ihanet eder olmuşlar. Kelimelere kendi menfaatlerince mânâlar yüklemekte, lafı eğip bükmekte, manayı tersyüz etmekte pek mahirler. 

    İhanetine evvelden kılıf arıyorlar; minare çalanın önceden kılıfını hazırlaması misali. İhaneti işlemekte kararlılar, lakin onu ihanet değilmiş gibi göstermek için türlü bahanelere sarılıyorlar. Kimi zaman bu ihanetleri, bir eleştiri kisvesine bürünüyor, kimi zaman bir tespit yahut samimiyet perdesi arkasına gizleniyor. Oysa ne kadar kılıf hazırlansa da, hakikatte ihanetin adı da, sadakatin adı da ezelde tayin edilmiştir, behey şaşkın!

    Sual zihnimde tekrar canlandığında şunu düşündüm: Vefâ, şartlar zor da olsa, dostunuz sizi dar da etse, onunla yürüdüğünüz yolun hatırına sadık kalabilme sanatıdır. Sözde ve özde sebatkâr olmaktır. Aslında vefâ, insanın en müşkül zamanlarda bile “ben buradayım” diyebilmesidir. Kur’ân’da bu sırra işaretle şöyle buyrulur:

وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ ۖ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْـُٔولًا
“ Ahde vefâ gösteriniz. Çünkü ahid (söz) sorumluluk gerektirir ”
(İsrâ, 34)

Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in de:

" لَا إِيمَانَ لِمَنْ لَا أَمَانَةَ لَهُ وَلَا دِينَ لِمَنْ لَا عَهْدَ لَهُ "

" Emaneti olmayanın imanı olmaz; ahde vefâ göstermeyenin dini olmaz "
(Ahmed b. Hanbel, Müsned)

buyruğu, vefânın hem beşerî hem ilâhî bağlamdaki kıymetini gösterir.

    İhanet ise lügat itibarıyla hıyânet, emanete nankörlük, sadakatsizliktir. İmam Gazâlî der ki, ihanet kalbin kirlenmesinden başlar; kişi evvelâ kendi özüne, sonra dostuna, sonra da Rabbine ihanet eder. Hâsılı, ihanet, vefânın yokluğu; vefasızlığın en müşahhas tezahürüdür. Hatta kelimeleri eğip bükmek, manayı menfaate göre devşirmek de bir tür hıyânettir.

Bir nükteyle bitireyim:Eskiler vefasızlıktan dem vururken şöyle derlerdi:
— “Vefâyı yalnızca İstanbul’da bir semt olarak bilir.”
Şimdi ise o semtin adını dahi bilen kalmadı.

KZ

21 Eylül 2025 Pazar

İtidâl Ahlakı / Sırât-ı Müstekîm - Gazâlî İhya Şerhi

 فَالنَّاظِرُونَ بِنُورِ الْبَصَائِرِ الْمُسْتَمَدُّونَ مِنْ أَنْوَارِ الْقُرْآنِ عَلِمُوا أَنَّ كُلَّ قَلْبٍ سَلِيمٍ مَقْبُولٌ عِنْدَ اللَّهِ، وَمُتَنَعِّمٌ فِي الْآخِرَةِ فِي جِوَارِ اللَّهِ تَعَالَى، وَمُسْتَعِدٌّ لِأَنْ يَنْظُرَ بِعَيْنِهِ الْبَاقِيَةِ إِلَى وَجْهِ اللَّهِ تَعَالَى


Tercümesi: 

Basîret nûruyla bakan ve Kur’ân’ın nurlarından feyz alan kimseler bilirler ki, her selîm kalp Allâh katında makbuldür; o kalp âhirette Allâh’ın huzurunda nimetlere erer ve bâkî gözüyle Allâh’ın cemâline nazar etmeye hazırlanır.



Şerhi:

Burada Gazâlî Hazretleri, “kalb-i selîm”in hakikatine işaret ediyor: Kalp, şirkten ve kötü ahlâktan arındığında Allâh katında makbul olur. Böyle bir kalbin mükâfatı sadece cennet nimetleri değil, Cemâlullah’ı müşâhede etmektir. Bu da, Kur’ân’ın nuruyla basîret kazananların sezdiği en büyük hakikattir.

Gazâlî Hazretleri kalbi, basîret gözüne benzetir. Göz nasıl güneşe ihtiyaç duyarsa, basîret de Kur’ân’ın nuruna muhtaçtır. Kur’ân’dan beslenmeyen kalp, kör bir göz gibidir; görse de hakikati idrak edemez.

Bâkî Göz / Kalbî Selîm ve

Gazâlî Hazretleri, “sırât-ı müstakîm”i akıl, gazap ve şehvetin tesviye edilmesi; yani ifrat ve tefritten kurtarılıp itidâl üzere kılınması olarak tarif eder. İfrat ve tefrit kalpte fanî duygular doğurur; bu duygular da kalbi “selîm” olmaktan çıkarır.

1. Kalb-i Selîm ile Bâkî Gözün Münasebeti

İtidal ahlâkı, kalbin dengesini kurar; o dengeyle doğan duygular bâkîdir,  zîrâ Allâh’a dayanır. Böyle bir kalbin gözü de bâkî olur. O gözle “cemâlullah müşâhedesi”ne hazırlanılır.

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ، إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ

“ O gün birtakım yüzler vardır ki pırıl pırıldır, Rablerine nazar etmektedirler. ” (Kıyâme, 22-23)

2. İfrat ve Tefritin Fânîliği

Gazâlî’ye göre gazap ifrata varırsa tehevvür, tefrite düşerse korkaklık olur; şehvet ifrata varırsa fücur, tefrite düşerse donukluk olur. Bu ahlâk kalpte “fânî hisler” doğurur. Fani duygularla beslenen kalp selîm olamaz; hakikati müşâhede edemez.

3. İtidâlin Neticesi: Cemâlullah Müşâhedesi

İtidâl üzere terbiye edilen kalp, selâmet bulur; selâmet bulan kalp, bâkî duygularla dolar; o duygular, sahibini cemâlullah müşâhedesine hazırlar. İşte buradaki incelik: Kalbin selâmeti ahlâkı tesviyeye bağlıdır. Ahlâkı tesviye eden kalbin gözleri bâkî olur.

Netice

Sûfîler demiştir ki: “Kim kalbini fânîden temizlerse, bâkî olanın cemâline mazhar olur.” Yani kalb-i selîm, sadece bir ahlâk tasfiyesi değil, aynı zamanda bâkîye açılan bir kapıdır.

Not: İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn adlı eserin Kitâbü’t-Tevbe kısmından küçük bir bölümün tercümesi ve şerhdir.

KZ

20 Eylül 2025 Cumartesi

Bast-ı Yed ve İlâhî Tevbe Çağrısı - Gazâlî İhya Şerhi

 وَبَسْطُ الْيَدِ كِنَايَةٌ عَنْ طَلَبِ التَّوْبَةِ، وَالطَّالِبُ وَرَاءَ الْقَابِلِ، فَرُبَّ قَابِلٍ لَيْسَ بِطَالِبٍ، وَلَا طَالِبَ إِلَّا وَهُوَ قَابِلٌ. وَقَالَ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «لَوْ عَمِلْتُمْ الْخَطَايَا حَتَّى تَبْلُغَ السَّمَاءَ، ثُمَّ نَدِمْتُمْ، لَتَابَ اللهُ عَلَيْكُمْ»


Tercümesi:

Elin açılması
, tevbe talebinin kinayesidir. Zîrâ talep eden, kabul edenin arkasındadır. Nice kabul eden vardır ki talep eden değildir; lâkin hiçbir talep eden yoktur ki kabul edici olmasın. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: ‘Şayet siz günahları göğe ulaşıncaya kadar işleseniz, sonra da pişman olsanız, Allâh elbette tevbenizi kabul eder.’


Metnin Şerhi:

Bast-ı Yed ve İlâhî Tevbe Çağrısı

بَسْطُ الْيَدِ   (Bast-ı yed), Hak Teâlâ’nın kullarına “el açması”, mecazî manada onlara yönelme iradesini beyan eder. Bu, ilâhî rahmetin ve mağfiretin kullara tecellî edişinin işaretidir. Rahmet kapısı ardına dek açıldığında, kulun yalnızca yönelmesi kâfidir.


Metinde:
وَالطَّالِبُ وَرَاءَ الْقَابِلِ
“Talep eden, kabul edenin arkasındadır.”


Bu ibarenin inceliği şudur: Kabul eden, yani Hak Teâlâ, kulun talebine bağlı değildir. O, talep olmaksızın da mağfiret etmeye muktedirdir. Lâkin kulun talebi ve nedâmeti, ilâhî kabulün katiyetini gösterir. Çünkü talep eden mutlaka kabul eder; tevbenin şartlarını gözeten bir kulun dönüşü, Hak katında reddedilmez.


Hadis’in Müjdesi

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen rivayetlerde, günahın çokluğu ne olursa olsun, pişmanlık ve hakiki tevbenin Allâh katında muhakkak kabul göreceği beyan edilmiştir.

Günah göklere yükselse dahi, nedametle beraber Hak Teâlâ’nın rahmeti tecellî eder ve o günahları siler. Zîrâ mağfiret denizi, günah dağlarını eritecek kadar geniştir.


Kur’ân’ın Teyidi

Kur’ân-ı Azîmüşşân bu hakikati şöyle bildirir:

إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ
“Şüphesiz Rabbinin mağfireti geniştir.” (Necm, 32)

Yine Hak Teâlâ kullarına açık bir çağrıda bulunur:

وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey mü’minler! Hep birlikte Allâh’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Nûr, 31)


Bu hitap, talep edenin bizzat Cenâb-ı Hak olduğunu gösterir. Kullarını davete çağırır; kul ise bu davete icâbet edip şartlarına riayet ettiğinde, kabul edilmemesi muhaldir.

Bir diğer âyette ise kullarına yakınlığını ve talebi kabul edişini şu sözlerle ilan eder:

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ ۖ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ ۖ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
“(Resûlüm!) Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa (söyle ki:) Ben gerçekten pek yakınım. Bana dua edenin duasına, bana dua ettiği vakit icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim davetime icabet etsinler ve Bana iman etsinler ki doğru yolu bulsunlar.” (Bakara, 186)


Netice ve İzâh

Özetle, Hak Teâlâ’nın “tevbe edin” hitabı, O’nun talep eden makamında olduğunu işaret eder. Kul bu davete icâbet edip, tevbenin şartlarını yerine getirdiğinde, kabul edilmemesi düşünülemez. Çünkü O’nun mağfireti geniş, rahmeti günahların üstündedir. Şunu da akıldan çıkartmamak gerek: Hiçbir ferdin günahı, ne kadar çok olursa olsun, Allâh’ın affından büyük olamaz.

Çünkü, kul, Rabbine tevbe kapısından gider. Bu kapı öyle geniştir ki, şeytan dahi onu kapatmaya güç yetiremez.

Not: İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn adlı eserin Kitâbü’t-Tevbe kısmından küçük bir bölümün tercümesi ve şerhdir.


KZ

15 Eylül 2025 Pazartesi

Kusurdan Kemâle, Zulümden Nûra

Kusurdan Kemâle, Zulümden Nûra

    İnsan kusursuzluk hayaliyle yaşar ama hakikatte kemâle giden yol kusurlardan geçer. Kendi acziyetini, noksanını görmek insana tevazu ve arayış kazandırır. Nasıl ki çatlayan bir topraktan fışkıran filiz büyür. Aynı şekilde kırılmadan açılmaz gönül kapıları. Mevlânâ’nın dediği gibi “Aldığın yara, ışığın sana akacağı yerdir” – yani yaralarımız, içine ışığın sızdığı menfezlerdir. Kişi hatasıyla yüzleşince, kusurundan utanıp özüne döner; pişmanlığın yakıcı ateşi ham gönlü pişirir, olgunlaştırır. Kusur, böylece bir kemâl tohumu olur; hatasını bilen, Hakk’ı bilmeye bir adım daha yaklaşır.

    Zulüm ve haksızlık ilk bakışta zifiri bir geceyi andırır, fakat en karanlık gecelerden en parlak yıldızlar doğar. Bir mazlumun sabrı, bir haksızlığın ortaya çıkardığı vicdan ışığı nice güzelliklere kapı aralar. Zulmü tattığında adaleti daha derinden anlar insan; haksızlığın pençesinde kıvranırken merhametin ışığı gönlüne doğar. Unutma ki Mısır zindanlarında Yusuf’un nurunu gizlemeye kalkanlar, sonunda o nurun doğuşuna hizmet ettiler. Zulmün karanlığı, adalet güneşinin doğmasına gebedir. Nitekim “Bulut ağlamadıkça yeşillik nasıl güler? Gülmeler, ağlamalarda gizlidir” demişler . Yani sıkıntı ve karanlık, güzelliğin ışığını bağrında taşır; zulüm de nihayetinde hakikatin zuhuruna vesile olur.

    Her fitne ve bela, Hakk’ın terbiyesine talip olan insan için bir eğitimden ibarettir. Ateş nasıl altını arıtırsa musibet de kalbi arındırır. Rahat döşeğinde büyüyen nefs, terbiye olgunluğuna erişemez; tıpkı fırtınayla karşılaşmamış denizcinin mâhir kaptan olamayacağı gibi. Rabbimiz sevdiği kulunu bazen belaya uğratır, çünkü bilir ki bela, kulunu terbiye edip diriltir. Sabır, metanet, şükür gibi hasletler ancak fitne rüzgârları esince kök salar. Dışarıdan bakana kargaşa görünen imtihanlar, aslında iç dünyamızda ilâhî nizâmı tesis eder. Ateşin yakıcılığı olmasa İbrahim için güller açar mıydı? Sıkıntı gelmese insan, derdinin derman sakladığını nasıl öğrenecekti? İşte “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” sözünde ifade edildiği gibi, çoğu kez dert sandığımız şey içimizdeki cevheri işlemektedir.

    Dert, insanın cevherini saflaştıran bir ilahî iksirdir. Acılarla yoğrulmamış bir yürek, ham bir maden gibidir; dert çekmekse o madeni parlatıp elmasa çevirir. Her darbe, her imtihan bir ciladır. “Her sürtünmeye öfkelenirsen aynan nasıl parlayacak?” der Rûmî. Bu yüzden, hayatın çarklarında ezildiğini sanan kişi aslında yontulup biçimlenmektedir. Tahammül ve teslimiyetle sabreden, zamanla kendi özündeki saf iyiliği, sabrı, imanı parıl parıl görür hale gelir. Unutmamak gerek ki en güzel kılıçlar, en çok dövülen demirden yapılır; en lezzetli ekmek, en çok yoğrulan hamurdan çıkar. İmtihan ateşi, içimizdeki cevheri pasından arındırmakta, özümüzü saf altın gibi ortaya çıkarmaktadır.

    Öyleyse gam ve keder de boşa çekilmez; her kederin koynunda gizli bir feyiz, bir bereket vardır. Neşenin tohumları, keder tarlasında filizlenir. Yağmur yüklü bulut nasıl ağlarsa ardından toprak güler; insan da gözyaşı döktükten sonra ruhunda çiçekler açar. Mevlânâ, “Nerede bir dert varsa deva oraya gider; neresi alçaksa, su oraya akar” diyerek bu sırrı açıklar . Gözyaşları gönül toprağını yumuşatır, rahmet tohumlarını yeşertir. Üzüntüyle baş eğen kalp, Rahmân’ın merhamet sağanağına en açık duruma gelir. Nice hazinelerin haritası kırık gönüllerde çizilidir; “Ey sâf kişi! Defineyi yıkık yerlerde ara” diye boşuna denmemiştir . Yani en büyük feyiz, en derin hüzünlerin içinde gizlenmiştir.

    Her derdin, aslında gönül kapısını açan bir anahtar olduğu da bir hakikattir. İnsan acıyla kavrulunca kalbinin kapıları aralanır; kibir, gaflet ve dünya perdesi aradan çekilir. Dertsiz insan çoğu zaman kapalı bir sandığa benzer, içinde ne hazineler olduğunu bilmez. Dert geldi mi o sandığın kapağı kalkar, insan kendi içindeki hakikati görmeye başlar. Nice gafiller bir musibetle uyanmış, nice taş yürekler sancıyla yumuşamıştır. Kalbin kilidini açan en etkili anahtar, samimi gözyaşıdır. “Dua ederken O’na kırık bir gönülle el kaldır. Çünkü Allah’ın merhamet ve ihsanı, gönlü kırık kişiye doğru uçar” buyurur Hz. Mevlânâ . Demek ki gönül yarasına merhem olacak ilk dokunuş yine Hak’tandır; kalp kapısı acıyla aralandığında, içeriye dolan rahmettir. İnsan en çaresiz anında “Yetiş Ya Rab!” diye niyaz ettiğinde bir bakar ki o kapı ardına kadar açılmış, içine sabır ve ümit ışığı dolmuştur.

    Bütün bu hakikatler bize tek bir yönü işaret ediyor: Zorluklar, acılar, sıkıntılar boşuna değil; hepsi bir kolaylığın, bir lütfun habercisidir. Kusurdan kemâl doğar; zulümden adaletin ışığı, dertten şifa, hüzünden sevinç doğar. Yeter ki insan sabırla, imanla beklemeyi bilsin. Karanlık ne kadar koyu olursa olsun, şafak vakti onu boğacak bir aydınlık taşır. Gece ne denli uzun sürerse sürsün, güneş doğmak üzere olduğunu müjdeler. Unutma ki tohum, karanlık toprağa gömülmeden filiz vermez; insan da sıkıntıya düşmeden rahmete ermez. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır. Yeter ki yeise kapılma, darlıkta ümidini yitirme. Çünkü İlahi vaat açıktır ve haktır:

“ فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا”

“Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah Suresi, 6. Ayet)


nefes


Anla kusurdan doğar ol kemâl,
Zulmden tulûʿ ider nûr-u cemâl.

Fitne ocağında pişer cism-ü cân,
Dert ile saf olur cevher-i insân.

Her gam içre hafidir bin feyz
Dertle açılır bab-ı dilde mey

KZ


12 Eylül 2025 Cuma

Amberden Hikmete, Nefisten Kemale

 Amberden Hikmete, Nefisten Kemâle


Kâinatta hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Âl-i İmrân sûresinde zikredildiği üzere:


رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru.” (3/191)


Bu ayet, varlıkta görülen her şeyin ardında bir hikmet bulunduğunu bildirir. İşte amber buna güzel bir misaldir. Halk arasında “balina kusmuğu” diye bilinse de, aslında kaşalot balinasının sindirim yoluyla dışarı attığı yağlı bir salgıdır. Yıllarca denizde sürüklenir, güneş ve tuz ile yoğrulur; sonunda kıyıya vurduğunda dünyanın en zarif parfümlerinin esası haline gelir. Başta iğrenç görünen bir şeyin, sabır ve zamanla kıymete dönüşmesi bize yaratılışın derin sırrını gösterir.


Aynı hakikat insanın nefsinde de tecellî eder. Terbiye edilmemiş nefis bulanıklık ve ağırlık kaynağıdır. Fakat riyazet, ilim ve muhabbet ile tezkiye edildiğinde, o nefis insanı felaha götüren bir cevhere dönüşür. Nitekim Şems sûresinde:


قَدۡ أَفۡلَحَ مَن زَكَّىٰهَا وَقَدۡ خَابَ مَن دَسَّىٰهَا

“Nefsini tezkiye eden gerçekten felaha ermiştir; onu kirleten ise hüsrana uğramıştır.” (91/9-10)


buyrulmuştur.


Bu yolun büyüklüğünü Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de şu sözleriyle belirtir:


اَلْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ فِي طَاعَةِ اللهِ

“Gerçek mücahid, Allah’a itaat yolunda nefsine karşı cihad eden kimsedir.” (İbn Hibban, Sahîh, 4862)


Demek ki en büyük cihad, insanın kendi iç âleminde verdiği bu mücadeledir. Amber nasıl denizin dalgalarıyla arınıp eşsiz bir kokuya dönüşüyorsa, insan da nefsini terbiye ederek Hak katında en nefis hâline ulaşır. İşte bu yüzden denmiştir ki: “Terbiye olmuş bir nefisten daha nefis ne olaki!”

KZ