Başlangıçta madem sadece aşk vardı, o halde levhada yazılı olan tek şey
o olmalıydı. Allâh, evreni aşkla yarattı.
Bilinmek istemişti. Bilinmenin yolu da, ancak bir başka bir’le mümkün
olabilirdi. Öyle ya, bir bilen ve bilinen olacak ki bilme eylemi gerçekleşsin.
Tek mutlak BİR, kendinden, başka bir yarattı. Böylece ikililik
yaratıldı. Bu evren ikililik ile ancak var olabildi. Ayna, aynadaki gölge ve
aynaya bakan ; tüm sıfatlar böylece evrene tezahür etti. Tekliğin bu evrene tezahürü,
ikililik olarak gerçekleşti. Tüm bu tezahürlerin tecelliyatları, aşk ile
gerçekleşti.
Varlıklar iki âlemden yaratılırlar; biri halk âlemi, diğeri emir âlemi.
Evren ve içinde her ne varsa, hepsinin bir yaratılış anı, bir de fena bulacağı
(iade olacağı) anı vardır. Bu yüzden bu evren bir gün fena bulacaktır. Fena
buluncaya kadar bu zıtlıkların tezahürü devam eder. Ta ki entropi, maksimum
değere ulaşıncaya kadar. Entropi, maksimum değere ulaşınca, hareket durur ve
maddi âlem son bulur. Maddenin kıyameti koparken mana kıyam eder.
Diğeri ise, emir âlemidir ki; ruhumuz o âleme aittir. Emir âleminde
yaratılan hiç bir şey fena bulmaz. Emir âleminde “yaratılan” her şeyin bir
başlangıcı varken sonu yoktur. Madde âlemindeki canlılık (ruh) , işte bu
yaratılışla emir âleminde yaratılmış, buraya gönderilmiştir. Canlılık (RUH) ,
bu âlemde bir nevi esir durumundadır. Bu esaretten canlılığı kurtaracak olan
tek şey, bu evrenin güçlerini yaratan Aşk’tır.
Aşk, kudretin bu evreni yarattığı elidir. Ve ancak bu el, canlılığa, bu
âlemde özgürlüğünü verecektir. Aşk da emir âlemindendir. Bu sebeple, yüzüğün
üzerindeki levhada yazılı olan; o Aşkın, yaktığı, kavurduğu feryattır. Zaten bu
âlemin bir diğer ismi de feryat âlemi değil midir?
Bu aşk ateşinin feryadının altında ise, kulu yani yananı , edebe
çağıran, haddi aşıp sadakat ve vefadan ayrılmamasını tembih eden ; ”edep ya hu”
yazılmalıydı. Ve bu yazı, levhanın hemen arkasında olup, tene temas etmeliydi
ki, aşkın tutuşturduğu bu kişinin hicab-ı kibriyasını yakarak bedeninin selametini, huzurunu ve afiyetini bozup da onu harap etmesin.
Aşığın ne arı, ne namusu vardır.
Aşığın kendi halinde bir edebi vardır ki, tariflere sığmaz bir edeptir
bu. Aşığa aşkından başka ne edep vardır ki gönlüne düşsün.
Yüzük, parmağa takıldığında parmak boşluklarına gelecek şekilde 4 adet
hu yazılıdır. Bu, İki “hu”nun -aynadaki akisleriyle birlikte dört-, dört
elemente (hava, su, ateş, toprak) tekabül edişidir. Bu aynı zamanda, evrenin
dört büyük kuvvetine de denktir.Belki de, öldükten sonra dört tekbirle uğurlanmamızın da aslı budur kim
bilir? İkisi düz ikisi akistir. “İki’de bir bilindi, bir’de iki silindi” bu
anlamdadır.
Ne gariptir ki Allah, bu âlemi yaratmayı dilediğinde “Kef ve nun”u, iki
harfi BİRleştirip, “Kün” dedi. Cemal ve Celal, Rahman ve Rahim, Allah’ta
birleşti.
O iki, nasıl ki BİR iken iki oldu,
şimdi de tekrar BİR oldu ve nokta ona sembol oldu. Noktadan geldik,
noktaya gidiyoruz. Nokta, bizim bu âleme geçişimizin sembolüdür... Noktanın
ötesinde ise , "mutlak vücut" var. Böylece “Vav” da “he” ye tabi olarak O’nun
hüviyetini, mutlak varlığını ortaya
koydu.
Böylece bu nokta, aşkın 16 alâmetini temsilen, aşk feryadı olan "ah"ının etrafına nakşoldu. Gümüşün parlaklığı,
minenin karanlığıyla öylece sarmaş dolaş cem oldular. Lütfü ile kahrı bir
olmuş, alan veren razı olmuş; parmağa, Hakk’a ait olmanın, gerçek aidiyetin nişanı olmuş.
KZ
KZ