25 Eylül 2025 Perşembe

Gazâlî : Rububiyet (sahip olma) ve Ubudiyet (Sahip Çıkma) Arasındaki Bariz Çizgi

 فَأَمَّا مَا يَقْتَضِي النُّزُوعَ إِلَى الصِّفَاتِ الرُّبُوبِيَّةِ، فَمِثْلُ: الْكِبْرِ، وَالْفَخْرِ، وَالْجَبَرِيَّةِ، وَحُبِّ الْمَدْحِ وَالثَّنَاءِ، وَالْغِنَى، وَحُبِّ دَوَامِ الْبَقَاءِ، وَطَلَبِ الِاسْتِعْلَاءِ عَلَى الْكَافَّةِ، حَتَّى كَأَنَّهُ يُرِيدُ أَنْ يَقُولَ: أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى.

Tercümesi:


Rubûbiyet sıfatlarına meyli celbeden şeylere gelince; bunlar kibir, fahr, cebbarlık, meth ve senâ arzusu, servet sevdası, ebedîlik isteği ve bütün halkın üzerine hâkimiyet talebidir. Öyle ki kişi sanki ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ demek ister.


Şerhi

Rubûbiyet ve Sahip Olma Arzusu

Rubûbiyet iddiası, insanda Allâh’a mahsus sıfatları kendine mal etme temayülü olarak tezâhür eder. Kibriyâ, medih arzusu, ebediyet sevgisi hep bu temayülün dallarıdır. Nefs, “sahip olma” ihtirasıyla yanar. Mülkü, kudreti, şöhreti kendi malı zanneder. Kur’ân bu vehmi tashih eder: 


“قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ”

“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım...” (Âl-i İmrân, 26) İnsana düşen mâlikiyet iddiası değil, emanetçiliği bilmektir. Zîrâ sahip olma iddiası nefsin tiranlaşma yoludur; tıpkı Firavun’un 

“أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى / Ben sizin en yüce rabbinizim” (Nâzi‘ât, 24) sözüyle açığa çıkan ruh hali gibi.

Kalâbâzî’nin Hikmeti

Kalâbâzî
der ki:لَا يَمْلِكُ وَلَا يُمْلَكُ / Ne sahip olur, ne de sahip olunur ”

Bu söz rubûbiyet vehminden çıkışın anahtarıdır. İnsan hakiki manada ne mâliktir, ne de mülk. Sahiplik iddiası ilâhî tasarrufa ortaklık vehmini doğurur; sahip olunmaya razı olmak ise hürriyeti iptal eder. İnsana düşen, yalnızca emanete sahip çıkmaktır.

Tevhid İçin Tecrît ve Tefrît

Kalâbâzî, tevhid şuurunu iki esas ile temellendirir:

Tecrîd (تجريد): Kulun nefsinden ve mahlûkattan mâlikiyet iddiasını soyup atmasıdır. Yani “Benim malım, kudretim, şöhretim” dememek, mülkün gerçek sahibinin Allâh olduğunu idrak etmektir. Tecrîd, benlik bağlarını çözerek kulun kendini rubûbiyet vehminden arındırmasıdır. Bu hâl, fakr ve teslimiyet kapısıdır.

Tefrîd (تفريد): Kulun kalbini yalnızca Allâh’a tahsis etmesi, her şeyde O’nu tek bilmesi ve O’na yönelmesidir. Tefrîd, bütün sebeplerden soyutlanıp, bütün nisbetlerden uzaklaşıp, kalbi sadece “Bir olan”a çevirmektir. Yani “Allâh’tan başka sahip, Allâh’tan başka fail yoktur” idrakine ermektir. Burada kul, hem mülk iddiasından hem de mahlûkatın tesir vehminden sıyrılır.

Böylece kul, ne malik olur ne de mülk; sadece emanete sahip çıkan bir emanetçidir. Tecrît ve tefrît kavramları, rubûbiyet vehmine karşı tevhid şuurunun mihverini teşkil eder.

Sahip Olmak ve Sahip Çıkmak

İnsanın vazifesi malik olmak değil, sahip çıkmaktır. Bedene, nefse, kardeşine, hakikate sahip çıkmak... Bütün bunların hakiki mâlikinin Allâh olduğunu idrak etmektir. İşte bu fark, rubûbiyet vehminden kulluk nuruna geçişin anahtarıdır.

Kabil ve Habil: İki Tavır
Bu ayrımı tarihî bir misalle görmek mümkündür:

Kâbil, sahip olma hırsının sembolüdür. Kardeşini kıskanmış, kurbanı kabul edilmeyince öfkeyle kardeşini katletmiştir. Malı, mevkii ve hayatı kendine ait sanmıştır.

Hâbil ise sahip çıkma şuurunun timsâlidir. “ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللَّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ / Allâh ancak takvâ sahiplerinden kabul eder” (Mâide, 27) diyerek teslim olmuş; hatta canını dahi Allâh’a emanet etmiştir.

Böylece Kâbil’in yolu ene’nin putlaşması, Hâbil’in yolu ise ubûdiyetle enâniyetin çözülmesidir.

Tasavvufî Zâviye: Ene’nin Putu

Tasavvuf ehli, bu kıssayı ene putunun sembolü olarak okur. Kâbil’in tavrı enâniyetin taşlaşmasıdır; Hâbil’in tavrı ise ubûdiyetle enâniyetin çözülüşüdür. Gazâlî Hazretleri’nin uyarısı da buradadır: Rubûbiyet sıfatlarına yönelmek, ene’yi Firavunlaştırır; kulluk idraki ise nefsi terbiye edip hakikate kapı açar.

Muasır Zâviye: Modern Kâbil ve Hâbil

Bugün de aynı sahne cereyan eder: Sahip olma hırsı; servet yarışlarında, kariyer tutkularında, şöhret peşinde koşmada görünür. “Benim” diye başlayan her iddia küçük bir rubûbiyet vehmidir. Modern Kâbil’ler şirketlerde, siyasette, hatta fertlerin günlük hayatında arz-ı endam eder.

Modern Hâbil’ler ise emanete sahip çıkanlardır: ailesine, mazluma, adalete, hakikate sahip çıkarlar ve nebevî bir tavır içinde hayatlarını idame ederler. 

Sonsuz Çatışma: Sahip Olanlar ve Sahip Çıkanlar

Dünyadaki bütün ihtilâflar, savaşlar ve zulümler aslında iki yolun mücadelesidir: sahip olanlar ile sahip çıkanlar. Tarih boyunca Kâbil’in oğulları ile Hâbil’in oğulları savaş hâlinde olmuştur. Bir taraf, mülkü kendi malı zannedip hakkı gasbetmiş; diğer taraf, emanete sahip çıkıp hakkı savunmuştur.

Bugün de bu sahne Filistin topraklarında yeniden cereyan etmektedir. İsrail’in işgalci ve zâlim tutumu, Kâbil’in “sahip olma” vehminin en canlı misalidir. Toprakları kendi malı gibi görmesi, mazlumu katletmesi, masumları sürmesi hep o ene’nin tiranlaşmasının tezâhürüdür.

Öte yandan Filistin halkı, bütün yokluklara ve zulme rağmen emanete sahip çıkan Hâbil’in evlâtları gibidir. Onlar, toprağa, kimliğe, adalete ve en mühimi hakikate sahip çıkmaktadır. Kur’ân’ın haber verdiği üzere:


“ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللَّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ ”
“Allah, ancak takvâ sahiplerinden kabul eder” (Mâide, 27).

İşte bu yüzden hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar sürecektir: Bir yanda mülk iddiasında bulunan zalimler, diğer yanda emanete sahip çıkan müttakîler.


Netice:
Rubûbiyet iddiasının kökü, sahip olma vehmidir. Bu vehim insanı Firavunlaştırır. Hakikî yol ise sahip olmaktan değil, emanete sahip çıkmaktan geçer. Kalâbâzî’nin “lâ yemliku velâ yümleku” sözü bu gerçeği özetler: İnsan ne mâlik ne de mülktür, ancak emanetçidir.

Her nefis içinde bir Kâbil ve bir Hâbil taşır. İnsanlığın imtihanı da burada gizlidir: Sahip olma vehmiyle tiranlaşmak mı, yoksa emanete sahip çıkarak ubûdiyet nuruna yönelmek mi?


Not: İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn adlı eserin Kitâbü’t-Tevbe kısmından küçük bir bölümün tercümesi ve şerhdir.

KZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder