Beşeriyetten Hazret-i İnsana: Tesviyenin Hakikati
Kur’ân-ı Kerim’de Sâd Suresi’nde insanın yaratılış mertebeleri çarpıcı bir şekilde anlatılır. Yüce Allâh meleklere şöyle buyurur:
إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِن طِينٍۚ فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ
“Rabbin meleklere: ‘Ben çamurdan bir beşer yaratmaktayım. Onu sevva (düzeltip tamam) ettiğimde ve içine ruhumdan üflediğimde, derhal onun için secdeye kapanın’ (buyurdu)”. Bu ayetler beşer’in çamurdan şekillenişini, ardından ilahi bir tesviye işleminden geçişini ve nihayet Allâh’ın ona kendi ruhundan üflemesini üç aşamalı bir yaratılış süreci olarak ortaya koyar. Bu zâhiri beyanın ardında, tasavvufî derinlikte bir mana yatar: İnsanın cismânî varlığının terbiye ve tekâmül basamakları ve böylece Hazret-i İnsan mertebesine erişmesi... Şimdi bu mertebeleri, ayet merkezli ve işârî bir bakışla tefekkür edelim.
Beşer’in Çamurdan Yaratılışı
“Beşer” kelimesi, insanın biyolojik ve maddî yönünü ifade eder; Sâd 71’de bu yön “طین (tîn)”, yani toprak/çamur olarak tasvir edilir. Gerçekten de beşer, et, kan ve kemikten oluşan maddî beden demektir. Topraktan gelen hamur misâli, ilk bakışta insan “maddî âlemin karanlığında” bir varlık gibi görünür. Ne var ki aynı ayette, bu çamur insanın daha en baştan “bir müjde, bir muştu” taşıdığı ima edilir. Zîrâ Allâh, bu basit görünen bedene kendi nefesinden bir sır üfleyecektir. Nitekim diğer ayetlerde insana “ahsen-i takvîm” üzere en güzel kıvam verildiği de bildirilir. Topraktan yaratılış, insana tevazu ve fânilik bilinci aşılar; fakat aynı zamanda bu değersiz gibi duran materyalin içinde büyük bir hakikatin tohumu gizlidir.
Tasavvufî anlayışa göre insan microkosmosdur: “İnsan varlığı bütün varlıkların toplamıdır. Kim kendini tanırsa mevcûdâtı da tanımış olur” denmiştir. Toprak suretinde başlayan beşer, aslında kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi olmaya namzettir. Bu nedenle beşeriyet, eksiklikleri ve ham halleri içerse de, insanın yükleneceği sırrın zeminidir. “Ademoğlu, âlemde zuhura gelen tüm sûretlerin âhiri ve hâtemidir. O mahzar-ı küll’dür” buyurulur; Allâh Teâlâ bütün fiil, sıfat ve zat tecellilerini insanda özetlemiştir. Ancak şimdilik “çamur” halindeki bu beşer, daha kat edeceği merhaleler olduğunu bilmelidir.
Çamurdan gelen beşeriyete bir biçim ve suret verilirken dahi, melekler bu varlıkta olağanüstü bir şeylerin tezâhür edeceğini hissetmiş olmalılar. Zîrâ Allâh Teâlâ beşerden bahsederken “halifem” diyerek onu yeryüzünde kendi temsilcisi kılacağını duyurmuş (Bakara 2:30), melekler bu maddî varlığın taşıdığı potansiyel karşısında “Biz hep tesbih ve takdis halindeyiz, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” diye hayrete düşmüşlerdi. Demek ki çamur, zâhirde aşağıların aşağısı (esfel-i sâfilîn) olsa da, Hakk’ın nazarında yükselebileceği bir ala-yı illiyyûn ufkuna açıktır. Bu sırrın anlaşılması için ikinci merhaleye bakmak gerekir.
Tesviye: Suretin ve Sıfatın Düzenlenişi
“Fe izâ sevveytuhû – Onu tamamıyla düzgün bir şekle getirdiğimde…” Ayette geçen سَوَّى (sevvâ, tesviye etmek) fiili zâhiren insanın fiziksel biçimini tamamlama, organlarını yerli yerince düzene koyma manasına gelir. Ancak bu kelime derin ıstılahî çağrışımlar da taşır. Lügatte tesviye, “inayet buyurmak; nizama koymak; muâdil kılmak, eşitlemek; düzeltmek; doğru ve müstakim hale getirmek” demektir. Yani bir şeyi itidal üzere tutmak, hiçbir aşırılığa meyletmeyecek şekilde dengede kılmak demektir. Ayette tesviye kelimesinin kullanılması, Allâh’ın beşer suretini sadece fiziksel olarak değil, kemâlât potansiyeliyle mükemmelleştirdiğine işaret eder.
Nitekim müfessirler derler ki bu tesviye, insanın ruh üflenmeye liyakat kazanacağı seviyeye getirilmesidir. İfrat ve tefrit gibi aşırılıkların giderilerek her şeyin kararında, dengede tutulmasıdır. Bir Kur’ân ayetinde “sırât-ı sevviy” ifadesi geçer (Tâhâ 20:135) – sevviy kelimesi de aynı köktendir. Orada “sırât-ı sevviy” (dosdoğru, dengeli yol) ifadesi, itidal üzere haddi aşmadan yürüyen erlerin yolu diye tefsir edilmiştir. Seviyyi ashabı, “miktar, nitelik ve nicelik bakımından ifrat ve tefritten korunarak itidal üzere olan kişiler” demektir. Yani Allâh’ın “tesviye ettiği” kullar, tam bir ölçülülük ve istikamet ehli kimselerdir.
Bu noktada büyük İslam âlimi İmam Gazâlî’nin sırat-ı müstakîm anlayışı devreye girer. Gazâlî, “emrolunduğun gibi dost doğru ol” ayetindeki istikamet emrini “dengeli olma” şeklinde yorumlamıştır. Ona göre ahlakta denge, ifrat ve tefrit uçlarından uzak durmaktır. Tasavvuf yolcusunun (sâlikin) marifetullah yolunda seyr u sülûkünü kemâle erdirmesi ancak akıl, şehvet ve gazap kuvvelerini itidal çizgisinde tutmasıyla mümkündür. Şöyle der: “Tasavvufta sâlik, müşahedeye ancak; akılda, gazapta ve şehvette itidal üzere olup ifrat ve tefrite düşmemesiyle erebilir”. Gerçekten de insandaki temel kuvveler aşırıya kaçtığında onu yoldan çıkarır: Aşırı şehvet (oburluk, şehvetperestlik) veya şehvetsizlik (cinsellikten nefret, dünyadan el etek çekme) dengeyi bozar; aynı şekilde aşırı öfke (zulüm, hiddet) veya öfke noksanlığı (korkaklık, şerefsizce tabiat) doğru yoldan sapmadır. Akıl kuvvesi de ifratında hilekârlık ve inkâra, tefritinde ahmaklığa sürükler. İşte tesviye, insandaki bu organik ve manevî cihazların “hikmetli bir nizam üzere” kurulmasıdır.
Tesviyenin hakikati, Hazret-i İnsan’ın inşası için gerekli manevî mühendisliktir denilebilir. Allâh Teâlâ insan bedenini ve nefsini öyle bir nizam ile tanzim buyurmuştur ki, onu yeryüzünde kendi halifesi kılacak ruha mahmil (taşıyıcı) olabilsin. Mevlânâ Celaleddin Rûmî, insanın bu terbiyesini ham meyvenin olgunlaşmasına benzetir: “Ham idik, piştik, yandık…” Tesviye sürecinde beşer hamlığından kurtulur, içsel ve dışsal boyutta terbiye görerek insan-ı kâmil olmaya hazırlanır. Osman Kemâlî Efendi, bunu anne karnındaki tekâmüle benzetir: “İnsan, nasıl anne rahminde –bir terbiyeci hükmünde olan anne sayesinde– diğer hayvanî sûretlerden kurtulup bu âleme insan sûretinde geldiyse; insanlık âleminde de birçok hayvanî huyla birlikte yaşadığı hâlde, ancak bir insan-ı kâmil’in yardımı ile o huylardan kurtulup hazret-i insan olabilir” demiştir. Yani ikinci bir manevî doğum gerekir: Nefsin tezkiyesi ve ahlakın tesviye edilmesiyle, beşer suretinden insan-ı kâmil suretine geçilir. Bu manevî tesviyenin özünde, ifrat ve tefritten korunmuş itidal hali yatar.
Ruhun Üflenmesi ve İlâhî Emanet
Tesviye işlemi tamamlanınca, Yüce Yaratıcı insana kendi ruhundan üfledi: “Ve ona ruhumdan üfledim” (Sâd 38:72). Kur’ân-ı Kerim’de insana ruhun üflenmesi birkaç yerde geçer ve her defasında insana bahşedilen büyük şerefi ifade eder. Allâh “Kendi ruhum” diyerek, insana verdiği canın ve manevîyâtın ne denli yüce bir emaneti ihtiva ettiğini gösteriyor. Bu Ruh-u İlâhî, insanın kalbine üflenen nefestir. Onun sayesindedir ki insan, maddî yapısını aşıp aşkın değerlere yönelebilir. Bütün meleklerin, bu ruh üflendikten sonra insana secde etmeleri emredilmiş ve hepsi (İblis dışında) derhal secdeye kapanmıştır. Bu, Hazret-i İnsan’ın yaratılış hikâyesindeki en büyük haberdir: Melekleri önünde secdeye getiren, Allâh’ın insana koyduğu sırdır.
Sûfîler, “insana üflenen ruh”u aynı zamanda Kur’ân’da bahsedilen emanet kavramıyla ilişkilendirirler. Bilindiği üzere Ahzâb Suresi 72. ayette “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar; insan ise onu yüklendi” buyrulur. İşte bu emanet, kâmil manada Ruh-u Rabbânîden başka bir şey değildir. Nitekim sûfilerin nezdinde şöyle denir: “Nedir bu emanet? İşte üflenen Ruhtur. Ne zaman üflenir bu Ruh? Nefsin tesviye edilip, itidal hâline sokulduğunda bambaşka bir yaratılışla inşa edildiğinde üflenir”. Görülüyor ki, ruhun üflenmesi beşerî yapının ilahî nefese hazır hale gelmesine bağlanmıştır. Allâh, sanat icra etmek suretiyle insanı terbiye edip seçmekte, sonra o özel nefesi lütfetmektedir. Ayetin “Ruhumdan üfledim” şeklinde gelmesi, elbette Allâh’ın zatından bir parça manasında anlaşılmaz; bu, insanın içine konan özün Rabbânî mahiyetini ve eşsiz kıymetini vurgular. İnsana kendi katından bir ruh verilmesi, onun ilahî isim ve sıfatlara ayna olabilme kabiliyetidir.
Gerçekten de mutasavvıflar, insana üflenen ruha Hazret-i İlâhî’den bir nefha nazarıyla bakmışlardır. Osman Kemâlî Efendi şöyle der: “Yaratılış itibariyle bütün insanlar Cenâb-ı Hakk’ın hem bütün isimlerinin, hem de ‘Allâh’ isminin mazharıdırlar... Allâh Teâlâ fiilleri, sıfatları ve zâtıyla insanda zâhir ve âşikâr olmuştur. Ancak bütün bunların farkına varan ve kendisinde tahakkuk ettirene insân-ı kâmil; farkında olmayanlara da insân-ı gâfil denilir”. Demek ki Allâh, beşer bedenini tam bir tesviye ile şekillendirdikten sonra ona öyle bir cevher üflemiştir ki bu cevher, insanı kâinatta emsalsiz bir konuma yükseltmiştir. İnsan artık yalnız topraktan ibaret değildir; onda Rahman’ın nuru tecelli etmiştir. Onun öz benliği, emanet-i ilâhî ile buluşmuştur. Yüce Mevlâ, “Ben Adem’i kendi suretim üzere yarattım” buyurarak (mecazen) insana bahşedilen bu ilahî heyet-i merkezîyi bildirmiştir. Hazret-i İnsan denilince, işte ruh üflenmiş, ilahî isimlerle donatılmış, meleklere bile üstad olabilecek mahiyetteki insan kastedilir.
Sırat-ı Müstakîm: İfrat ve Tefritten Kaçınmanın Yolu
Kur’ân, insanın önüne sürekli iki yol koyar: Biri istikamet, diğeri dalalet. İstikamet, “dosdoğru yol” anlamına gelir ve Fatiha Suresi’nde günde kırk defa “bizi sırât-ı müstakîme ilet” diye dua ettiğimiz ana kavramdır. Bu dosdoğru yolun mahiyeti, ifrat ve tefrit uçlarından uzak, itidal üzere yürümektir. Nitekim Peygamber Efendimiz’e gelen “فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ – Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” hitabı, hemen ardından “وَلَا تَطْغَوْا – aşırı gitmeyin” ikazını barındırır (Hûd 11:112). İmam Gazâlî Hazretleri, bu ayetteki “istikamet üzre olma” emrinin özünde dengeyi koruma manası taşıdığını belirtmiştir. Gerçekten de sırat-ı müstakîm, ifrat ve tefrit sarp yokuşları arasında uzanan ince, dengeli bir köprü gibidir.
Tasavvuf yolu, sırat köprüsünden bu dünyada geçebilme sanatıdır. Nefsimizin aşırılıklarını terbiye edip dengede tutabilirsek, ahiretteki sıratı da kolayca geçeceğimiz işaret edilmiştir. Sûfî büyüklerinin meclisinde söylenen şu söz ne kadar manidardır: “Burada sırat, edep köprüsüdür ki beşeriyeti insaniyete taşır. Karşıya burada geçtiysen, korkma orada da geçersin.”. Edep, burada itidal hali ile eş anlamlıdır. Yani kim bu dünyada nefsi için çizilen sınırlarda durmayı, her hakta ve görevde ölçüyü gözetmeyi başarırsa, o kişi beşeriyetten insaniyete geçmiştir. Beşeriyet, insanın ham hali; insaniyet ise olgun hali ise, bu ikisi arasındaki köprü sırat-ı edeptir.
Hazret Mevlânâ bu hakikati mecazî bir dille ifade eder: “Terazinin iki gözü ifrat ile tefrit… İkisi de yanlıştır; yol ortada gerek.” Kur’ân’da “ümmeten vasatan” (orta ümmet) tabiri geçer (Bakara 2:143) ki ümmet-i Muhammed’in vasfının ifrat-tefrit dengesini tutturan vasat/orta yol oluşu dile getirilir. Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) hayatının her alanında bu itidal köprüsünü göstermiştir. Bir defasında üç sahabi kendi nefsine ağır riyazetler yüklemeye kalkışmış, biri “Ben artık her gece sabaha dek namaz kılacağım”, diğeri “Ben devamlı oruç tutacağım”, öteki “Ben de kadınlardan uzak duracağım” diye ahdetmişti. Bunu duyan Allâh Resulü onlara kızmış ve “Ben sizin Allâh’tan en çok korkanınız olduğum halde, kimi gece ibadet ederim, kimi uyurum; bazı günler oruç tutarım, bazı günler yerim; hem Rabbimin huzurunda ibadet ederim hem ailemle beraber olur, onlara haklarını veririm. İşte benim yolum budur; kim bu yoldan yüz çevirirse benden değildir” buyurmuştur. İşte O’nun sırat-ı müstakîm anlayışı böyle bir tevazün çizgisidir.
İfrat ve tefritin zararları saymakla bitmez: İfrat, insanı kibir, zulüm ve nefse tapınma uçurumuna atar; tefrit ise onu korkaklık, tembellik ve acziyet bataklığına düşürür. Oysa istikamet, her şeyi kararında tutma sanatıdır. Bu sanat, bir ahlak-ı Muhammediyye tacıdır. Nitekim tasavvuf yolu edep ve itidal tacını giyerek her tehlikeden emin olmayı öğretir. Atalarımız “Edeb bir tâc imiş nur-ı Hüdâ’dan / Giy ol tâcı, emin ol her belâdan” diyerek, edep vasıtasıyla istikametin insanı belalardan koruduğunu ne güzel ifade etmişlerdir.
Sûfî meşrebinde, dünya hayatı ahiret hesabının provası gibidir. “Burada sıratı (dengeyi) geçen, muhakkak orada da sıratı geçer” sözü bunu anlatır. Kul burada nefsinin aşırılıklarına karşı denge üzerinde yaşarsa, ahiretteki sırat köprüsünden geçişi de selamet olacaktır. Bu nedenle dua meclislerinde şöyle niyaz edilir:
“Rabbim sen bizi beşer olarak halkettin, muradımız insan olabilmek. Beşeriyetten insaniyet makamına geçirecek olan köprüye de sırat dedin. Bu sırat köprüsünün ancak edep ile geçildiğini bildirdin. Bizleri nezaket-i Muhammediye ile ahlâklandır ki sırat köprüsünü bir çırpıda geçebilelim…”
Bu duada geçtiği gibi, edep ve güzel ahlak, beşer ile insan arasındaki farkı belirleyen unsurlardır. Gerçek insan kemâline ermek, sırat-ı müstakîmden ayrılmadan yaşayabilmekle mümkündür.
Hazret-i İnsan: Aklın, Şehvetin ve Gazabın Terbiyesi
“Hazret-i İnsan” tabiri, insana atfedilen şeref ve makamı ifade eder. İslam irfanında insana “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) denmesi de bu yüzdendir. Ne var ki her insan potansiyel olarak bu payeye sahip olsa da, fiilen bu mertebeye çıkmak bir tezkiye ve terbiye sürecini gerektirir. İnsanın üç temel kuvvesi vardır: Akıl, şehvet (arzu) ve gazap (öfke). Bu kuvveler insana imtihan olarak verilmiştir; eğer bunlar tesviye edilip dengeye kavuşturulmazsa insan ya nefsanî arzuların esiri bir hayvan-insan olarak kalır, ya da taşkın öfkesinin zebûnu bir canavara dönüşür. Akıl ise hikmet ile taçlanmazsa insanı şeytanın maskarası yapabilir. İşte Hazret-i İnsan olmaya giden yol, bu üç kuvvenin Allâh’ın rızasına uygun bir şekilde terbiye edilmesinden geçer.
İmam Gazâlî, eğer insan aklını itidal üzere tutabilirse ondan hikmet (bilgelik) erdemi doğacağını; şehvetini iffet ve hayâ ile dengeleyebilirse ondan iffet (nefsine hakim olma, temiz yaşama) erdemi doğacağını; gazabını adâletle kontrol altına alabilirse ondan şecaat (yiğitlik, cesaret) erdemi doğacağını belirtmişlerdir. Bu üç erdemin bileşkesi ise adâlet yahut istikamettir. Neticede tam dengede olan insan, âdil ve kâmil insan haline gelir. Sûfîler meclisinde şöyle buyrulur: “Muvahhid, özgür, bağımsız ve cesur bir insandır. Muvahhid iffet, şecaat ve hikmet sahibi kişidir”. Burada muvahhid (Allâh’ı birleyen kişi), aslında insan-ı kâmilin bir vasfıdır. Yani gerçek tevhid ehli kimse, aynı zamanda iffetli, cesur ve hikmet sahibi insandır. Bu nitelikler, onun Hazret-i İnsan makamına eriştiğini gösterir.
Şu da var ki insan, tek başına nefsini terbiye edemeyebilir; bu noktada peygamberler ve veliler mürşid olarak insana rehberlik ederler. Osman Kemâlî Baba, insanın tekâmül seyrinde bir insan-ı kâmil’e teslim olmanın şart olduğunu vurgular: Kâmil bir mürşidin terbiyesinde, kişinin hayvanî vasıflardan arınarak insânî vasıflarla donanacağını ve böylece ikinci bir doğum yaşayacağını belirtir. Bu ikinci doğuma manevî aşılanma da derler; zîrâ insan, kamil mürşidinin feyz menbaından beslenerek nefs-i emmâreden nefs-i safiyeye doğru yedi mertebeli bir yolculuk yapar. Sonunda ölmeden önce ölmeyi başarır; yani egoist benliğini terketmiş, Allâh için yaşayan bir kul haline gelir. Böyle kimselere “fenâ fillah ve bekâ billah makamlarına eren arifler” denir. Onlar artık Hazret-i İnsan mertebesine ulaşmıştır: Kendilerinde zâhir ve bâtın sadece Allâh’ın ahkâmı işlemektedir. Hak Teâlâ onları öyle sever ki, onların gören gözü, işiten kulağı, tutan eli oluverir. Bu, meşhur kudsî hadiste anlatılan “velî kulun sıfatları”dır.
Hazret-i İnsan’ın en bariz vasfı, Rabbânî sıfatlarla müzeyyen oluşudur. Yani Allâh’ın güzel isim ve ahlakıyla ahlaklanmış, tecellilere mazhar bir ayna haline gelmiştir. Öyle ki bu mertebeye eren veli kullar hakkında “Velîler, sırlı olurlar; Nurânî bâtınlarını kulluklarıyla setrederler, fakat gönülleri Hakk’ın tecelliyat mahallidir” denmiştir. Onlar zâhirde mütevazı bir kul gibi yaşarlar, lakin iç âlemlerinde ilahî nurlar sürekli parıldar. Hazret-i İnsan, insanlığın kemâl noktasıdır; o, tüm hayvânî sıfatlarını bertaraf etmiş, nefsini mutmain kılmış ve kendisinde Allâh’ın isimlerinin tamamını müşahede eder hale gelmiştir. Bir mürşid-i kâmil şöyle der: “İnsanın maddî varlığı toprak, su, hava ve ateşten süzülmüştür… Ancak onun manevî varlığı tüm İlâhî İsimlerin tecellisiyle şekillenmiştir. Kim bu tecellilerin farkına varıp onları kendinde tahakkuk ettirirse o kâmil insandır; farkına varamayan ise gaflet ehli kalır”.
Sonuç olarak Hazret-i İnsan anlayışı, insanın akıl, şehvet ve gazap gibi kuvvelerini Allâh’ın gösterdiği istikamette terbiye ederek hikmet, iffet ve şecaat erdemlerine kavuşturmasıyla mümkün olur. Bunu başaran kişi, sırat-ı müstakîm üzerinde sapmadan yürür hale gelir. Böyle bir insan Rabbine kul olmakla birlikte Rabbâni bir sultan gibidir: Kendi nefsinin efendisi olmuş, kalbine Allâh’tan gayrını sokmamıştır. Artık o, “Allâh’ın yeryüzündeki halifesi” sıfatını fiilen taşımaya başlamıştır.
Ulûhiyet ve Rubûbiyet: Kulluğun Yüceliği
Allâh Teâlâ, insana kendi ruhundan üfleyerek onu yüceltmiş, fakat aynı zamanda ona kul olma vazifesi yüklemiştir. İnsanın önündeki en büyük imtihan, taşıdığı bu emanet ile kibriya davasına düşmemektir. Tasavvuf geleneğinde “ene” (benlik) firavunluğu, ulûhiyet taslama diye adlandırılır. Yani kulun haddini aşıp kendinde ilahlık vehmetmesi, nefsini put edinmesidir. Kur’ân’da “hevasını ilah edinen” kınanır (Furkan 25:43). İnsanın Rabbine kulluğu unutup ilahlık kompleksine kapılması, onun için en büyük tehlikedir. Bu yüzden ulûhiyet ve rubûbiyet kavramları arasında ince bir çizgi vardır. Kul aslında hiçbir ulûhiyet vasfına sahip olmadığını idrak etmelidir; Allâh’tan başka ilah yoktur. Öte yandan kulun yücelmesi, ancak Rabbânî vasıflarla mümkündür. Bu paradoksal hakikati çözmek için sûfîler der ki: “Ruhbaniyet (dünya işleriyle ilgiyi kesen keşişlik) İslam’da yoktur lakin Rabbâniyet vardır.” Kendini Allâh’a vermiş, gönlünü Allâh’a bağlamış olana Rabbânî denir. Böyle bir kulun yaptığı işe de mecazen rubûbiyet denir; yani bir nevi “efendilik, sahiplik”tir ama bu başkalarına tahakküm manasında değil, kendine malik olma manasındadır. Kulun kendi nefsine efendi olup onu ayaklar altına alması, işte bu anlamda rubûbiyettir ve ancak gerçek kulluk makamının hikmetiyle tahakkuk eder.
Bu ince farkı şu şekilde izâh edebiliriz: “Kul ne zaman kendinde ulûhiyet ararsa, haddini aşan tâğûtî bir tavra gark eder nefsini. Halbuki nefsin kulluğu idrakı, rubûbiyetin idrakıyla tahakkuk eder”. Yani insan, acz ve kulluğunu ne zaman idrak ederse, işte o zaman Allâh’ın izniyle kendinde Rabbânî bir nura mazhar olur. Bu hal, onun öz varlığında Hakk’ın bir nevi tecellisidir: Kul, Allâh’ın ahlakıyla ahlaklanmaya başlayınca, kendi benliğinin değil Rabbının sıfatlarının yaşamında hakim olmasına izin verir. Buna karşılık, nefsi kabardığında “ulûhiyet gururu”na kapılır; kibir ve enaniyet onu Firavunlaştırır. Ulûhiyet: Kulun haddi aşarak ilahlık taslamasıdır. Başkalarına sahip olma, onlara efendilik yapma arzusu ulûhiyyeti tetikler; kendine sahip olup nefsine efendi olma arzusu ise rubûbiyyeti”. Görülüyor ki gerçek efendilik, başkalarını hüküm altına almak değil, kendi nefsini kontrol altına almaktır. Birincisi zulme, ikincisi adâlete götürür. Bu nedenle sûfî nasihatlerinde “Sahip çıkanla sahip olanın farkı şudur: Biri âdildir, diğeri zâlimdir” denmiştir. Başkalarına sahip olmaya kalkan, zalimliğe savrulur; onlara sadece sahip çıkan (hizmet eden, koruyan) ise Allâh’ın bir halimesini (yumuşak huyluluğunu) temsil eder.
Kulun Rabbi karşısındaki makbul tutumu, abdiyeti yani kulluğudur. Kul, aczini ve hiçliğini idrak edip Hakk’ın kudret eline teslim oldukça, ilahî kemâl sıfatlarından nasipdar olur. Bu, kula Allâh tarafından bahşedilen bir izzettir. Hadis-i kudside Cenâb-ı Hak, “Kulum nafile ibadetlerle durmadan bana yaklaşır, nihayet onu severim. Sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum…” buyurur. Buradaki teşbih, Allâh’ın o kulunu sevip koruması ve işlerinde onu muvaffak kılması demektir. Sûfîler bunu fenâ fi’l-Allâh ve bekâ bi’l-Allâh halleriyle açıklar: Kul kendi varlığında fânî olmuş, Allâh’la bâkî olmuştur. Böyle bir insana halk içinde “Rabbânî” denir. Zîrâ o, ne yapsa Rabbinin rızası için yapar, ne dese Rabbinin ahlakıyla söyler. Onun merhameti Allâh’ın merhametinin, adâleti Allâh’ın adâletinin aynasıdır. Hz. Ali (kerrem Allâhu vechehu) buyurur: “İnsanlar ya Allâh’ın dininde sana kardeştir ya yaratılışta eşindir.” İşte bu nazarla mahlûkata bakan bir Rabbânî kul, yaratılanlara şefkat, muhabbet ve hizmetle muamele eder – tıpkı Rabbimizin bize karşı rahmet ve rızık ile muamele etmesi gibi.
Ulûhiyet vasfı ise tamamen Allâh’a hastır; kul ona asla ortak olamaz. Bu nedenle sûfîler, nefsin ulûhiyet sevdasına düşmesini “ene-l-Hak” fitnesi olarak görür ve bundan istiâze ederler. “La ilâhe illâ ente subhâneke inni küntü mine’z-zâlimîn” zikri, nefsin ilahlık tuzağından Allâh’a sığınma yakarışıdır. Her namazda okuduğumuz Fatiha’da “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” diyerek, Rabbimizden başkasına kulluk etmediğimizi ve asla kendi kendimizin ilahı olamayacağımızı ikrar ederiz. Allâh’a ulaşmak için Allâh’ın kuralları temel alınırsa Rabbânî olunur; şahsî kurallar temel alınırsa ilahlık iddiası olur. Eğer hayatı kafamıza göre yorumlayıp Esmâ’dan (Allâh’ın isimlerinden) istifade etmeden okuma yapmaya kalkarsak vehmi (kuruntuyu) canlandırır ve ulûhiyete, yani kendi ilahlığımızı ikrar etmeye doğru yol alırız. Bunun aksine, Esmâ-i İlâhiyye ile hayatı okumaya çalışırsak bu girift bilmeceden sıyrılır, hakikati olduğu gibi fehmederiz. Bu okuma tam olarak Rabbin adlarıyla olduğundan Rabbânî bir okuma olur. Rabbin adıyla okuyunca mevhum olanın içindeki mefhum fark edilir.
Görülüyor ki, insanın kurtuluşu ve kemâle erişi, rubûbiyetin sırrını anlamasındadır: Yani Allâh’ın terbiye ediciliğine teslim olmak ve O’nun ahlakıyla ahlaklanmaya çalışmak. Kişi nefsine ilahlık kondurmayı bırakıp Allâh’ın kulu olmayı kabul ettiğinde, aslında eşsiz bir izzete kavuşur. Artık o Allâh’ın halifesi olarak “emir ve irade tecellilerinin mazharı” olur. Fakat bu mertebeye gelen kişi dahi bilir ki fail-i hakikî yalnız Allâh’tır; kendisi Hakk’ın önünde secdede olan aciz bir abd-i fakîrdir. İşte Hazret-i İnsan, bu zıtların ahenkle birleştiği bir kemâl tablosudur: Hem “abd” (kul) hem “âyine-i Samed” (Allâh’ın Samed ismine ayna).
“Nebeun Azîm”: Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân ve Hazret-i İnsan
Kur’ân-ı Kerim kendisini tarif ederken “نَبَأٌ عَظِيمٌ (nebeun azîm)”, yani “büyük bir haber” tabirini kullanır (Sâd 38:67). Bu ifade, Kur’ân’ın insanlık için taşıdığı muazzam hakikatin haberidir. Peki Kur’ân’ın verdiği büyük haber nedir? Bir sonraki ayet işaret eder: “Siz ondan yüz çeviriyorsunuz” (Sâd 38:68). Demek ki insanoğlunun pek çoğu, Kur’ân’ın müjdelediği bu büyük hakikate karşı gaflet perdesi içindedir. Sûfî tefekkür burada devreye girerek Nebe’-i Azîm kavramını Hazret-i İnsan’ın sırrıyla irtibatlandırmıştır. Şöyle ki: Büyük haber, insanın zâhiren farklı görünmekle beraber, onda âlemlerin Rabb’inin zuhur edeceği gerçeğidir. Nitekim melâmî meşrep sûfîler şöyle der: “Kur’ân kitabî ayetlerde birçok isimle anılmıştır… Bunlardan biri de büyük haber anlamına gelen Nebeun Azîm’dir. Mevzumuzun can damarını oluşturmakta bu kavram. İnsanın iki ciheti olduğunu –bunlardan birinin madde, diğerinin mana olduğunu– büyük haberin, yani müjdenin insanın farklı olup onda âlemlerin Rabb’inin zuhur edeceği gerçeği olduğunu [anlıyoruz]”.
Bu ifadeden açıkça anlaşılıyor ki sûfîler, Kur’ân-ı kerîm’deki “büyük haber”i, Hazret-i İnsan’ın taşıdığı büyük sır ile açıklamışlardır. Nasıl ki Kur’ân-ı kerîm, harflerden müteşekkil lafız kalıbı içinde ilahî manaları saklayan mucizevi bir hitaptır; aynı şekilde insan da et ve kemikten bir beden kalıbı içinde ilahî esmaları ve sırları taşıyan mucizevi bir varlıktır. Hatta eserde “Hazret-i İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştirler” denilerek bu paralellik vurgulanır. Buyrulur ki: “Buradaki Hû, bize Allâh Zülcelâl Hazretleri’nin kimliğinin göründüğü insan-ı kâmildir ki o da Kur’ân-ı Azîmüşşân olduğunu bildiriyor. Hazret-i İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştirler.” Gerçekten de Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) hakkında “Konuşan Kur’ân” tabiri kullanılmıştır; çünkü o Hazret-i İnsan’ın kemâlini temsil ediyordu. Ve o (sallâllâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân vahyinin taşıdığı büyük haberi en kâmil haliyle insanlığa tebliğ etti. Hem Kur’ân hem de Hazret-i İnsan, aleme hidayet rehberidir.
Ne yazık ki “büyük haber” karşısında insanlar ikiye ayrılır: Kimi onun kadrini bilir, kimi yüz çevirir. Sâd Suresi 68. ayette “Siz ondan yüz çeviriyorsunuz” buyrulması, insanların Hazret-i İnsan’ın sırrından ve Kur’ân’ın hakikatinden gaflet ettiğini bildirir. Nitekim birçok kişi, Hz. Peygamber’in (sallâllâhu aleyhi ve sellem) zâhirine bakıp “Bu bizim gibi bir insan, etten kemikten biri” diyerek onun taşıdığı nuru görememiştir. Allâh dostları için de durum böyledir: Onların sözleri ve fiilleri büyük haberler taşıdığı halde, bakan göz eğer gaflette ise onları sadece “birer varlık” olarak görür. Bu hali şöyle tasvir ederiz: “Onların sükûtları bile haber niteliği taşır. Lâkin bundan da yüz çevirenler vardır. Bu haberin büyüklüğüne varamayanlar, onların iç alemlerindeki enginliğe ulaşamayanlar, onları sadece et ve kemikten müteşekkil birer varlık sanmışlardır. Burunlarının önündekini göremeyecek kadar âcizlerdir.”
Bu büyük haberi idrak edemeyişin sebebi, mevhumun mefhum’a perde olmasıdır. Yani görünen suretin (mevhum) ardındaki mananın (mefhum) perdeliliği… İki insan, aynı velîye nazar etse; birinin gönül gözü açıksa onun bâtınındaki nuru görür, diğeri sadece suretini görür. Burada mesele, gözün hakikate nüfuz edebilmesidir. Rasulullah (sallâllâhu aleyhi ve sellem) bir duasında, “Allâh’ım, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster” niyazında bulunmuştur. Bu, sûfîlerin parolası gibidir. Eşyanın hakikatini olduğu gibi görmek… Zîrâ “eşyanın zarfı, dış görünüşü hakikatine perdedir… Elbisenin tene, tenin de cana perde olması gibi, eşyanın görünüşü –yani mevhumu– hakikatine, mefhumuna perde olmuştur” denilmiştir.
Bu perdeliği kaldırmanın yolu, “Rabbin adıyla okumak”tır. “İkra’ bismi Rabbik” emrinin işaret ettiği üzere, insan eşyayı ve olayları Rahman’ın isimleriyle ve vahyin nuruyla okursa, mana kapıları aralanır. Aksi halde kendi vehmi ve nefsiyle okumaya kalkarsa karmakarışık zanlar içinde boğulur. Melâmeti deyişle: “Esmâ-i İlâhiyye ile hayatı okumaya çalışırsak bu girift bilmeceden sıyrılır, hakikati olduğu gibi fehm ederiz… Rabbin adıyla okuyunca mevhum olanın içindeki mefhum fark edilir”. Yani bir nesneye, bir insana veya bir âyete sırf zâhirine bakarak değil de “Bu acaba hangi ilahî ismin tecelligâhıdır?” nazarıyla bakabilirsek, perde arkasındaki anlam belirmeye başlar. Bu da ancak gönül safâsı ve takva ile mümkündür. Takva, sathî olarak “korunma bilinci” demektir ama bu kaba kaçınmalarla değil, nezaket ve basiretle kazanılır. Kalp Allâh’a karşı takvalı olduğunda, eşya hakkındaki marifet de ziyadeleşir.
Kur’ân-ı Kerim bir zâhir (dış anlam) ve bir bâtın (iç anlam) taşır; hatta bâtınının da yedi kat derin anlamları vardır, denilir. Hazret-i İnsan da tıpkı böyledir: Onun zâhiri toprak, bâtını sırdır. Kur’ân için “nebînin (sallâllâhu aleyhi ve sellem) mucizesi” denir; Hazret-i İnsan da “kâinatın özeti, hatta özü” dür. Biri Allâh kelamı, diğeri Allâh kudretinin kemâl tezâhürüdür. Bu ikisi ikiz kardeş gibi görülebilir. Büyük şair ve mutasavvıf İkbal, cevher ve suret metaforuyla bunu dile getirir. Der ki: Kur’ân “haber” ise, insan “bu haberin muhatabı ve hayata geçiricisidir.” Hazret-i İnsan öyle bir mücevherdir ki, onun özündeki cevheri fark edemeyenler, yaratılışın büyük haberinden mahrum kalırlar. Bu yüzden Cenâb-ı Hak Kur’ân’da defaatle insanın şerefine ve sırrına dikkat çeker: “Andolsun, biz Âdemoğullarını şerefli kıldık…” (İsrâ 17:70). “Kendi ruhumdan üfledim” (Hicr 15:29). “Kâinâtın emaneti insana tevdi edildi” (Ahzâb 33:72). Peygamber Efendimiz de Hazret-i İnsan hakikatine bizzat misâldir; O’na hitaben “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” kudsî sözünde, insanlığın zirvesi olan Hz. Muhammed Mustafâ (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in yaratılış gayesi olduğu vurgulanır.
Sözün özü: Beşer’in hamuru topraktan yoğrulmuş olabilir, ama onda ilahî nefha vardır. Kendi varlığımızın görünenine takılıp kalmayalım; asıl maksat, Hazret-i İnsan cevherini ortaya çıkarmaktır. Bunun yolu, Allâh’a samimiyetle kulluk etmek, nefsi arındırmak, ahlakı güzelleştirmek ve her şeyde Hakk’ın yüzünü görmeye çalışmaktır. Gönül aynasını ne kadar cilalarsak, içindeki Hazret parıltısı o kadar tezâhür eder. Gönlümüze O’ndan başkasını doldurmazsak, O da kudsî ruhuyla tecelli edip bizi kemâle erdirir. Unutmayalım ki “Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamur olmadan”. Gönül sarayımızı temizleyelim ki Sultan-ı Zülcelâl orada tecelli buyursun:
Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak
Pâdişah konmaz saraya, hâne ma’mur olmadan
Bu beytin işaret ettiği gibi, kalpten “ağyâr”ı (Allâh’tan gayrı ne varsa) çıkarabilirsek Hak tecelli edecektir. İşte tesviye’nin özü de budur. Allâh Teâlâ bizleri nefis tezkiyesinde muvaffak kılsın; bizleri sırat-ı müstakîm üzere, Hazret-i İnsan makamına doğru seyreden dengeli, hikmet, iffet ve şecaat sahibi kullarından eylesin. Kendi nefsimize değil, Rabbimize kul olmayı nasip etsin. Emanetini Hakkıyla taşıyan, büyük habere mazhar olan bahtiyarlardan olalım... Âmin!
KZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder